Türk Edebiyatı’nda hafızalara kazınmış erkek roman kahramanları
Türk Edebiyatı’nda hafızalara kazınmış erkek roman kahramanları
null
Haber Giriş Tarihi: 23.02.2016 16:52
Haber Güncellenme Tarihi: 23.02.2016 16:52
Kaynak:
Haber Merkezi
https://www.lodoshaber.com
Türk Edebiyatı'nda pek çok kitap ve kitap kahramanı vardır. Ancak bunlar arasında öyleleri var ki okuyanların hayatına anlam katar ve hiç bir zaman unutulmazlar.
İşte o kahramanlardan bazıları:
İnce Memed – Yaşar Kemal – İnce Memed
İnce Memed, bir karakter romanıdır. Yapıt, bir başkaldırı öyküsüdür, soylu bir eşkiya romanıdır. İnce Memed yoksuldur, evlattır, marabadır, namustur, dosttur, yardır, umuttur, babadır, korkudur, eşkiyadır. Yaşar Kemal’in de dediği gibi içinde başkaldırma kurduyla doğmuş bir insandır. İnsandır, çünkü dünyada var olan her şeyin herkes için olduğunu düşündüğü için insandır. İnce Memed, halkı soygunculardan, vurgunculardan koruyan, onlara sahip çıkan, doğruluktan ve dürüstlükten taviz vermeyen, onların kurtarıcısı olan soylu bir eşkiyadır.
İnce Memed’i dağlara sürükleyen ilk tema aşktır. Abdi Ağa, Hatçe’yi kardeşine nişanlar. İlk kurşun tam da bu anda atılır. Nişandan sonra İnce Memed Hatçe’yi alıp dağlara kaçırır, Hatçe ile İnce Memed arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen aşk, ise romana ayrı bir romantizm katmaktadır. Bu eşsiz roman, umudun, hüznün, acının ve mutluluğun anlatıldığı bir başkaldırı destanıdır. İnce Memed ise destan kahramanıdır.
“Bu çorap aşktır. Öyle bir gelenekten gelir. Memedin eli dokununca titremesi, ışığa çıkınca irkilmesi boşuna değildir. Böyle çorapların üstünde hep iki kuş nakışı bulunur. Gagalarını dayamış öpüşür gibi iki kuş… Sonra, iki ağaç vardır, gövdeleri küçücük. Tek, kocaman çiçekli. İki ağaç yan yana dururlar. Çiçekleri öpüşecek gibi burun burunadır. Sonra, bu iki nakış arasından sütbeyaz bir su akar. Kırmızı kayalar vardır kıyıcığında. Bir renkler, yalımlar cümbüşüdür almış başını gidiyor.”
“Çorapları giydi. Çarığını da üstüne çekti. Çorap, dize kadardı. Dize kadar bir yığın kuş, çiçek öpüşüyor, bir sürü ak su akıyordu. İçinden şöyle bir Hatçeye de görünsem geçti. Hatçelerin evine doğru yürüdü. Hatçe, kapının eşiğindeydi. Memedi görünce kocaman ışıltılı gözleri gülümsedi. Yaptığı çorabı da ayağında görünce sevindi.”
Tutunamayanlar – Oğuz Atay – Selim Işık
Türk Edebiyatı’nın klasikleri arasında yer alan eserlerinden biridir Tutunamayanlar. Alışılmış üslubun dışında, yer yer kasvetli, okuyucuyu kızdıran, sevdiren ama bir o kadar da bağlılık yapan, bizi, insanlığı kısaca hayatı anlatan bir roman… Unutulmaz karakterler, Selim Işık, Turgut Özben, Süleyman Kargı, Metin, Esat ve diğerleri… Her biri bir roman karakteri belki… Kısacası hayata tutunamayan, gidişatı kabul etmeyen, inkarın ve isyanın romanı.
Selim romanda, çocukluk yıllarından itibaren yaşadığı toplumla uyuşamaz. Evde, okulda, işte çevresiyle arasına sürekli olarak duvarlar örer. Bu bakımdan yazar onu tutunamayanların prensi olarak tanıtır. Atay, bu kahramanını o derece yüceltir ki onun adı etrafında bir kavramlaştırmaya bile gider. Selimlik adını verdiği bu olgu, doğruluk, çıkar gözetmezlik, içtenlik, sözünün eri olmak, yüreklilik sıfatlarını içinde taşır. Fakat bütün bu özellikler dış dünya ile iletişime geçen Selim’in içine kapanmasına da sebep olan özelliklerdir. Dış dünya ile örtüşememekten dolayı kahramanın yapacağı tek şey oyunlar oynamamaktır. Fakat bu, insan varoluşunun anlamını küçülten bir nitelik taşımaktadır. O halde yapılacak tek şey, bir seçime gitmesi ve iradesi dışında tasarlanana bu hayata hayır demesidir.
“Neden bana yaşamasını öğretmediler? Neden bana, bizden bu kadar gerisini sen bulup çıkaracaksın dedikleri zaman isyan etmedim? Hayata atılmak gibi bir çılgınlığı nasıl yaptım? İnsanların dünyasına atılmayı nasıl göze aldım? Ben insan değildim ki. Yaşamadığım bir hayatın içine nasıl atıldım? (…) Onlar da bilemezlerdi görünüşümle insana benziyordum (…) İnsanların en verimli olduğu çağda tükendim. Her anı, ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim için çabuk yoruldum.”
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu – Peyami Safa – Hasta Genç
On beş yaşındaki küçük bir adam, size etinin ve ruhunun acılarını anlatıyor… “ Roman, bir hastane tasviri ile başlar. 15 yaşındaki roman kahramanı, 8 yaşından beri dizinden hastadır. Bu nedenle, hastane hastane gezmekte ve birçok doktora görünmektedir. Hastalık, gencin ruhunu ve kişiliğini o kadar etkilemiştir ki, daha 15 yaşında olmasına rağmen, kırkını geçmiş insanların tecrübelerine sahip olduğunu hisseder.
Romanda hasta genç, Nüzhet ve Doktor Ragıp arasında üçlü bir aşk ilişkisi vardır. Genç ile Nüzhet’in köşkte yalnız kaldığı bir gece, Nüzhet, onun kendisini öpmesine karşı çıkmaz hatta kendi de bu harekete karşılık verir. Ancak, romanın sonlarında Nüzhet, Doktor Ragıp’ın teklifini kabul eder ve evlenir.
Peyami Safa o dönemde, Nazım Hikmet’le arkadaştır. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu Nazım Hikmet’e ithaf eder. Kanlı bıçaklı olduktan sonra da ithafı kaldırmaz; sebebini soranlara, “O zamanki duygum öyleydi, o şekilde devam etmesi gerekir.” cevabını verir.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu otobiyografik anlatım tekniğiyle yazılmıştır. Arkadaşı Ressam Elif Naci, “Bütün yaşamında Peyami Safa hastalıkları ile didinmiş, çok acı çekmiş bir insandı. Yedi yıl kolunda dinmeyen bir ağrı, işleyen bir yara. Doktorların koydukları teşhis, sağ kol mafsalında, ‘Arthrite tuberculeuse.’ Ha bugün ha yarın o kol kesilecekti. Bütün tıp deyimleri ile hastalığını, doktorların o gün ne dediklerini en ince ayrıntılarıyla anlatırdı. Gerçi kolu kesilmekten kurtuldu ama Türk Edebiyatı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu kazandı. Yalnız oradaki çocuk bacağından hastadır, Peyami ise kolundan.”
“Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum. Yalana her şey isyan etmelidir. Eşya bile: Damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada bir saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hatta yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır filan. (…) Nüzhet bana yalan söyledi. Ben o gün odaya girer girmez her şeyi sezdim. Aynalı dolap gıcırtısı, Nüzhet’in dizleri ve Nurefşan’ın gözleri bana üç münâdi gibi haykırdılar. Hakikati seviniz, o da sizi sever.”
Kadınlar Tekkesi – Refik Halit Karay – Şeyh Baki
Refik Halit Karay, tekke ve zaviyelerin kapatılmasının ardından şekil değiştiren tarikatlara ve şeyhlerine eleştirisini Kadınlar Tekkesi romanında Şeyh Baki karakteri üzerinden yapar. Tekkenin kurucusu Şeyh Baki şık, kibar, iyi eğitimli ve modern, Zeyrek Kıztaşı Tekkesi’nde başlayan serüvenini İstanbul sosyetesinin güzel kadınlarının sunduğu imkanlarla büyük gösterişli bir konakta sürdürürken aşk ve aşıklık üzerine kurduğu kendine has felsefesiyle zenginleştirir. Şeyhin hoş ve büyülü sesi güzel kadınları tuzağına düşürmekte kullandığı en etkili silahıdır. Birçoğu eğitimli olan bu kadınlar Batıdan duydukları mistisizm akımının tesirinde kendilerini ayrıcalıklı ve gerçek üstü bir bilincin sahibi görürler. Bu zaaf en çok Şeyh Baki’nin işine yarar.
Divandan okuduğu güzel kasidelerle ve mistik melodilerle İstanbul’un dul kadınlarını kendine bağlar. Kadınlar varlıklı oldukları için şeyhin bir eli yağda bir eli baldadır. Ancak bir gün şeyhin karşısına aşk-ı didem dediği genç bir kız, Neşide çıkar. Vahdet-i Vücut’a inanan şeyh Baki, Allah’ın suretinin Neşide’ye nakşettiğini iddia eder. 68 yaşında gerçek aşkı bulan bir şeyhin hayatı ve kendine sebepsiz bağlanan sonra yine sebepsiz kaçan güzel Neşide’nin öyküsüdür Kadınlar Tekkesi.
Refik Halid Karay romanın önsözünde “Gerçek yaşam öyküsüdür” diye yazmıştı. Daha sonra da Soner Yalçın, romandaki Şeyh Baki’nin Kenan Rıfai olduğunu yazmıştır ama Kenan Rıfai’nin müritleri bunun bir iftira olduğunu söylemişlerdir.
“Baki en büyük telkin kudretini kadınların birbirlerini kıskanmamaları mevzuunda göstermeye muvaffak olmuştu. Filvaki aşka bambaşka bir mana verilmesi, kutsilik izafe edilmesi, ortaya bir “Hak âşıklığı” konması işi kolaylaştırıyordu ama gözle görülmese de halden çok iyi sezilen maddi aşk izleri meydandayken değme iradesiz ve idaresiz erkek bu hünerbazlığı başaramazdı.”
Yorgun Savaşçı – Kemal Tahir – Yüzbaşı Topçu Cemil
Kemal Tahir en çok her türlü düşünceyi romanına yerleştirdiği için eleştirilmiş, roman estetiği, dil, ritim, atmosfer gibi modern romanın özelliklerini önemsemekle suçlanmış, ancak tuhaf bir paradoks olarak Kemal Tahir’i günümüze değin getiren de romanlarının tekniği, edebiyattaki yeri değil, içerisinde taşıdıkları bu düşünceler olmuştur. Roman anlayışının yanında romanlarında ortaya attığı konulardan dolayı da tartışmalara da neden olur. Bu romanıda onlardan biridir.
Yüzbaşı Topçu Cemil’e Cehennem Topçu denir. Bu adı ona, Filistin Cephesi’ndeki subay arkadaşları onun savaşlarda gösterdiği kahramanlıklarından sonra verir. Biraz abartılıda olsa top güllesini iğne deliğinden geçirecek kadar isabetli atışları vardır. İttihat ve Terakki üyesidir. Çapkındır. Askerlik ruhuna işlemiştir. Ordudan ayrılmak istemez. Neriman, teyzesinin kızı ve silah arkadaşı Nazmi’nin dul karısıdır. Evlenmeden beraber olurlar ve Neriman’ın hamile kalması nedeniyle evliliğe karşı olmasına, kaçak olmasına rağmen gizlice evlenir. Yorgun Savaşçı Yüzbaşı Cemil’dir. İstanbul’a geldiğinden beri, bir türlü üzerinden atamadığı yorgunluğu sanki dinlendikçe çoğalan Cemil, bir yandan aşık olup evlendiği teyze kızı Neriman ile her şeyi uzakta bir köyde yaşamayı isteyecek kadar bıkkın; diğer yandan Anadolu’ya geçip Milli Mücadele’de ön saflarda yer almayı isteyecek kadar da cesurdur. 1919 ve 1920 yıllarında İstanbul’daki örgütlenmeleri ve Anadolu direnişini anlatan Yorgun Savaşçı, Cumhuriyet’in kuruluşuna giden sürecin romanı olarak da okunabilir.
1980 yılında yönetmen Halit Refiğ tarafından TRT için Yorgun Savaşçı adıyla TV dizisi olarak filme aktarılmıştır. Daha sonra Kenan Evren yönetimindeki askeri cunta tarafından filmin özgün kayıtları ve tüm kopyaları yakılarak imha ettirilmiştir.
“Cemil, on yedi yaşındayken kapatıldığı Taşkışla’nın yeraltı hücresinde bile, bu kadar umutsuz bir yalnızlık duymamıştı. Şu anda gidecek hiç bir yeri, yapacak hiç işi yoktu. Ne önü denizdi, ne ardı tren yolu…Burada, dilini bildiği insanlar da oturmuyordu sanki… Çevresini düşmanlar bile çevirmiş değildi artık…”
Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi Tanpınar – Hayri İrdal
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sağlığında yayımladığı son romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Türk toplumunun 19. yüzyıldan itibaren girdiği modernleşme batılılaşma sürecinin eleştirisini yapan, hatta onu hicveden bir romandır.
Romanın ana kahramanı ve anlatıcısı Hayri İrdal, II. Abdülhamit, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerini görmüş birisidir. Çocukluğunda bir muvakkidin (güneşe bakarak namaz vakitlerini bildiren kimse) yanında çalıştığından saatlere ve zamana meraklı olan, gündelik yaşamında geçmiş ve gelecek arasında sıkışmış, silik kişiliğe sahip bir şahsiyettir. Ancak Saatleri Ayarlama Enstitüsü için çalışmaya başlayınca takdir edilen birisi olur. Karısının gözünde önce sünepeyken, artık bir kahramandır. Hayri İrdal’ın babasının üzerinde kurduğu baskıdan dolayı kişiliği oturmamıştır, bu yüzden de başkaları tarafından yönetilmeye kullanılmaya mahkum olmuş ve bunun acısını çekmektedir.
“Düşün Hayri İrdal, düşün aziz dostum bu ne sözdür? Bu demektir ki, iyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Halbuki biz ne yapıyoruz? Bütün şehir ve memleket ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz. Herkes günde saat başına bir saniye kaybetse, saatte on sekiz milyon saniye kaybederiz. Günün asıl faydalı kısmını on saat addetsek, yüz seksen milyon saniye eder. Bir günde yüz seksen milyon saniye yani üç milyon dakika; bu demektir ki, günde elli bin saat kaybediyoruz. Hesap et artık senede kaç insanın ömrü birden kaybolur.”
Aylak Adam – Yusuf Atılgan – C
Yusuf Atılgan’ın Türk Edebiyatı’nda 1950 sonrasına denk gelen ve modern bireyinin sorunlarını felsefi ve psikolojik açıdan ele alan Aylak Adam romanı bir kent aylağının büyüme sürecini, daha çok psikolojik yabancılaşma, yalnızlık, tutunamama gibi temalar etrafında ele alır.
Romanın başkarakteri olan C, bir komisyoncu olan babasından kendisine kalan mirastan dolayı varlıklı olmasına rağmen, manevi yönden boşluk içindedir. O, zamanının çoğunu İstanbul’un cadde ve sokaklarında, sinema, birahane ve meyhanelerinde geçirir. Zaten C mesleğini aylaklık olarak tanımlamaktadır. Yusuf Atılgan bir röportajında aylaklık kavramına açıklık getirirken, aylaklığın özünde olmayanı aramak yatar der. Zaten romanda C de “Ben ya ararım, ya da yaşarım” diyerek bunu kanıtlar. Özetle C, gerçek aşkı arayan, mutsuz, sıkılgan ve aylak bir adamdır.
“Ertesi sabah saat sekize doğru kahvedeydi. Pencereye yakın bir masaya oturdu. İçerdeki birkaç kişi arkada kaldılar. Bu vakit ne arıyorlardı burda? Çay istedi. Bitirince parayı tabağın kıyısına koydu. Kızın öğrenci olduğunu sanıyordu. Her an kapıdan çıkabilirdi. Hep oraya bakıyordu. Acaba hangi katta oturuyordu? Kapıdan eli çantalı bir adam, arkasından bir kadın çıktı. Nerdeyse odur diye kalkacaktı. Benziyordu ama değildi. Yürüyüşü başkaydı. İşte bu çıkan oydu. Kalktı. Kız o sokağa girince ardından gitti. Dün akşam geçtikleri yerlerden Karaköy’e indiler. Beşiktaş’a giden caddenin ucundaki durağa gelince durdular. Artık onu yakından görüyordu. Boyasızdı. Erkek bakışlarını kanıksamıştı da ondan mı bakmıyordu? Ama binecekleri tramvay yaklaşınca baktı. Yüzündeki ilgisizlik dağılır gibi oldu. Gözlerini kaçırıp bir daha baktı. Şaşmış gibiydi. “Birine benzetti beni.” Tramvay durunca arka sahanlıktan bir kız, — Güler! diye bağırdı.”
Tutunamayanlar – Oğuz Atay – Turgut Özben
Mutsuz ve iletişimsiz bir evlilik hayatını süren inşaat mühendisi Turgut Özben, yakın arkadaşı Selim Işık’ın intihar ettiğini gazeteden öğrenir. Özben, bu intiharı araştırmak için sevgilisi Günseli ve arkadaşları Süleyman Kargı, Esat ve Metin ile görüşür. Özben onun dünyasına girmeye çalışır ve hayatını bütünüyle kavramak istemektedir. Nitekim Selim’in yaşamındaki karanlık noktaları ve onu intihara götüren nedenleri öğrenir. Selim, yaşadığı düzenle, burjuva değerleriyle bağdaşamamış, bu nedenle toplumunda dışına itilmiş bir aydındır. Turgut, araştırmaları sürecinde kendini sorgulamaya başlar. Kendisinin de Selim’den farklı olmadığını görür. İç hesaplaşmalara sürüklenen Turgut her şeyini geride bırakarak evinden ayrılır, bir trene biner ve kaybolur.
Turgut Özben, düşüncelerinin akışı içinde kaybolan, kendi zihninin ürünü hayal arkadaşı Olric’le sohbetlere dalar. Hayatı Selim tarafından en fazla etkilenen karakterlerden. Selim’in aksine o, normal hayatı seçer, küçük burjuva yaşantısına kapılıp, evlenir, çocuk, iş, ev sahibi olur. Ama romanın sonunda eşini, çocuğunu terkeder. Kendiyle, benliğiyle bitmek bilmeyen mücadelesi de Özben soyadında kendisini belli eder zaten.
“Hayatında ilk defa başka bir insan olma özlemini duydu. Hiç bilmediği bir içkinin susuzluğu gibi bir duygu. Değişebilmek. Kendinin bile tanıyamayacağı yeni bir varlık olmak. Bütün canlıların olanca güçleriyle karşı koydukları bir değişim, bir başkalaşım. Korkutucu ve aynı zamanda çekici bir eğilim. Hücreler bütün güçleriyle, dış etkenlere karşı koyar ve vücuda girmek isteyen yabancı unsurları dışarı atmaya çalışırken değişebileceğini, onların bu kör inadını yenebileceğini düşünmek, insan için ne kadar zordu. Değişmek, kendine yabancılaşmak demekti. Dişimdeki küçük bir oyuğun içine giren bir yemek artığına, dilim ne kadar şiddetle saldırıyor, o küçük oyuğa giremeyeceğini bildiği halde, bütün yumuşaklığıyla kendini katı duvarlara vuruyor. Barınamazsın o kovukta yabancı, diyor.”
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Türk Edebiyatı’nda hafızalara kazınmış erkek roman kahramanları
null
Türk Edebiyatı'nda pek çok kitap ve kitap kahramanı vardır. Ancak bunlar arasında öyleleri var ki okuyanların hayatına anlam katar ve hiç bir zaman unutulmazlar.
İşte o kahramanlardan bazıları:
İnce Memed – Yaşar Kemal – İnce Memed
İnce Memed, bir karakter romanıdır. Yapıt, bir başkaldırı öyküsüdür, soylu bir eşkiya romanıdır. İnce Memed yoksuldur, evlattır, marabadır, namustur, dosttur, yardır, umuttur, babadır, korkudur, eşkiyadır. Yaşar Kemal’in de dediği gibi içinde başkaldırma kurduyla doğmuş bir insandır. İnsandır, çünkü dünyada var olan her şeyin herkes için olduğunu düşündüğü için insandır. İnce Memed, halkı soygunculardan, vurgunculardan koruyan, onlara sahip çıkan, doğruluktan ve dürüstlükten taviz vermeyen, onların kurtarıcısı olan soylu bir eşkiyadır.
İnce Memed’i dağlara sürükleyen ilk tema aşktır. Abdi Ağa, Hatçe’yi kardeşine nişanlar. İlk kurşun tam da bu anda atılır. Nişandan sonra İnce Memed Hatçe’yi alıp dağlara kaçırır, Hatçe ile İnce Memed arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen aşk, ise romana ayrı bir romantizm katmaktadır. Bu eşsiz roman, umudun, hüznün, acının ve mutluluğun anlatıldığı bir başkaldırı destanıdır. İnce Memed ise destan kahramanıdır.
“Bu çorap aşktır. Öyle bir gelenekten gelir. Memedin eli dokununca titremesi, ışığa çıkınca irkilmesi boşuna değildir. Böyle çorapların üstünde hep iki kuş nakışı bulunur. Gagalarını dayamış öpüşür gibi iki kuş… Sonra, iki ağaç vardır, gövdeleri küçücük. Tek, kocaman çiçekli. İki ağaç yan yana dururlar. Çiçekleri öpüşecek gibi burun burunadır. Sonra, bu iki nakış arasından sütbeyaz bir su akar. Kırmızı kayalar vardır kıyıcığında. Bir renkler, yalımlar cümbüşüdür almış başını gidiyor.”
“Çorapları giydi. Çarığını da üstüne çekti. Çorap, dize kadardı. Dize kadar bir yığın kuş, çiçek öpüşüyor, bir sürü ak su akıyordu. İçinden şöyle bir Hatçeye de görünsem geçti. Hatçelerin evine doğru yürüdü. Hatçe, kapının eşiğindeydi. Memedi görünce kocaman ışıltılı gözleri gülümsedi. Yaptığı çorabı da ayağında görünce sevindi.”
Tutunamayanlar – Oğuz Atay – Selim Işık
Türk Edebiyatı’nın klasikleri arasında yer alan eserlerinden biridir Tutunamayanlar. Alışılmış üslubun dışında, yer yer kasvetli, okuyucuyu kızdıran, sevdiren ama bir o kadar da bağlılık yapan, bizi, insanlığı kısaca hayatı anlatan bir roman… Unutulmaz karakterler, Selim Işık, Turgut Özben, Süleyman Kargı, Metin, Esat ve diğerleri… Her biri bir roman karakteri belki… Kısacası hayata tutunamayan, gidişatı kabul etmeyen, inkarın ve isyanın romanı.
Selim romanda, çocukluk yıllarından itibaren yaşadığı toplumla uyuşamaz. Evde, okulda, işte çevresiyle arasına sürekli olarak duvarlar örer. Bu bakımdan yazar onu tutunamayanların prensi olarak tanıtır. Atay, bu kahramanını o derece yüceltir ki onun adı etrafında bir kavramlaştırmaya bile gider. Selimlik adını verdiği bu olgu, doğruluk, çıkar gözetmezlik, içtenlik, sözünün eri olmak, yüreklilik sıfatlarını içinde taşır. Fakat bütün bu özellikler dış dünya ile iletişime geçen Selim’in içine kapanmasına da sebep olan özelliklerdir. Dış dünya ile örtüşememekten dolayı kahramanın yapacağı tek şey oyunlar oynamamaktır. Fakat bu, insan varoluşunun anlamını küçülten bir nitelik taşımaktadır. O halde yapılacak tek şey, bir seçime gitmesi ve iradesi dışında tasarlanana bu hayata hayır demesidir.
“Neden bana yaşamasını öğretmediler? Neden bana, bizden bu kadar gerisini sen bulup çıkaracaksın dedikleri zaman isyan etmedim? Hayata atılmak gibi bir çılgınlığı nasıl yaptım? İnsanların dünyasına atılmayı nasıl göze aldım? Ben insan değildim ki. Yaşamadığım bir hayatın içine nasıl atıldım? (…) Onlar da bilemezlerdi görünüşümle insana benziyordum (…) İnsanların en verimli olduğu çağda tükendim. Her anı, ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim için çabuk yoruldum.”
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu – Peyami Safa – Hasta Genç
On beş yaşındaki küçük bir adam, size etinin ve ruhunun acılarını anlatıyor… “ Roman, bir hastane tasviri ile başlar. 15 yaşındaki roman kahramanı, 8 yaşından beri dizinden hastadır. Bu nedenle, hastane hastane gezmekte ve birçok doktora görünmektedir. Hastalık, gencin ruhunu ve kişiliğini o kadar etkilemiştir ki, daha 15 yaşında olmasına rağmen, kırkını geçmiş insanların tecrübelerine sahip olduğunu hisseder.
Romanda hasta genç, Nüzhet ve Doktor Ragıp arasında üçlü bir aşk ilişkisi vardır. Genç ile Nüzhet’in köşkte yalnız kaldığı bir gece, Nüzhet, onun kendisini öpmesine karşı çıkmaz hatta kendi de bu harekete karşılık verir. Ancak, romanın sonlarında Nüzhet, Doktor Ragıp’ın teklifini kabul eder ve evlenir.
Peyami Safa o dönemde, Nazım Hikmet’le arkadaştır. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu Nazım Hikmet’e ithaf eder. Kanlı bıçaklı olduktan sonra da ithafı kaldırmaz; sebebini soranlara, “O zamanki duygum öyleydi, o şekilde devam etmesi gerekir.” cevabını verir.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu otobiyografik anlatım tekniğiyle yazılmıştır. Arkadaşı Ressam Elif Naci, “Bütün yaşamında Peyami Safa hastalıkları ile didinmiş, çok acı çekmiş bir insandı. Yedi yıl kolunda dinmeyen bir ağrı, işleyen bir yara. Doktorların koydukları teşhis, sağ kol mafsalında, ‘Arthrite tuberculeuse.’ Ha bugün ha yarın o kol kesilecekti. Bütün tıp deyimleri ile hastalığını, doktorların o gün ne dediklerini en ince ayrıntılarıyla anlatırdı. Gerçi kolu kesilmekten kurtuldu ama Türk Edebiyatı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu kazandı. Yalnız oradaki çocuk bacağından hastadır, Peyami ise kolundan.”
“Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum. Yalana her şey isyan etmelidir. Eşya bile: Damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada bir saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hatta yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır filan. (…) Nüzhet bana yalan söyledi. Ben o gün odaya girer girmez her şeyi sezdim. Aynalı dolap gıcırtısı, Nüzhet’in dizleri ve Nurefşan’ın gözleri bana üç münâdi gibi haykırdılar. Hakikati seviniz, o da sizi sever.”
Kadınlar Tekkesi – Refik Halit Karay – Şeyh Baki
Refik Halit Karay, tekke ve zaviyelerin kapatılmasının ardından şekil değiştiren tarikatlara ve şeyhlerine eleştirisini Kadınlar Tekkesi romanında Şeyh Baki karakteri üzerinden yapar. Tekkenin kurucusu Şeyh Baki şık, kibar, iyi eğitimli ve modern, Zeyrek Kıztaşı Tekkesi’nde başlayan serüvenini İstanbul sosyetesinin güzel kadınlarının sunduğu imkanlarla büyük gösterişli bir konakta sürdürürken aşk ve aşıklık üzerine kurduğu kendine has felsefesiyle zenginleştirir. Şeyhin hoş ve büyülü sesi güzel kadınları tuzağına düşürmekte kullandığı en etkili silahıdır. Birçoğu eğitimli olan bu kadınlar Batıdan duydukları mistisizm akımının tesirinde kendilerini ayrıcalıklı ve gerçek üstü bir bilincin sahibi görürler. Bu zaaf en çok Şeyh Baki’nin işine yarar.
Divandan okuduğu güzel kasidelerle ve mistik melodilerle İstanbul’un dul kadınlarını kendine bağlar. Kadınlar varlıklı oldukları için şeyhin bir eli yağda bir eli baldadır. Ancak bir gün şeyhin karşısına aşk-ı didem dediği genç bir kız, Neşide çıkar. Vahdet-i Vücut’a inanan şeyh Baki, Allah’ın suretinin Neşide’ye nakşettiğini iddia eder. 68 yaşında gerçek aşkı bulan bir şeyhin hayatı ve kendine sebepsiz bağlanan sonra yine sebepsiz kaçan güzel Neşide’nin öyküsüdür Kadınlar Tekkesi.
Refik Halid Karay romanın önsözünde “Gerçek yaşam öyküsüdür” diye yazmıştı. Daha sonra da Soner Yalçın, romandaki Şeyh Baki’nin Kenan Rıfai olduğunu yazmıştır ama Kenan Rıfai’nin müritleri bunun bir iftira olduğunu söylemişlerdir.
“Baki en büyük telkin kudretini kadınların birbirlerini kıskanmamaları mevzuunda göstermeye muvaffak olmuştu. Filvaki aşka bambaşka bir mana verilmesi, kutsilik izafe edilmesi, ortaya bir “Hak âşıklığı” konması işi kolaylaştırıyordu ama gözle görülmese de halden çok iyi sezilen maddi aşk izleri meydandayken değme iradesiz ve idaresiz erkek bu hünerbazlığı başaramazdı.”
Yorgun Savaşçı – Kemal Tahir – Yüzbaşı Topçu Cemil
Kemal Tahir en çok her türlü düşünceyi romanına yerleştirdiği için eleştirilmiş, roman estetiği, dil, ritim, atmosfer gibi modern romanın özelliklerini önemsemekle suçlanmış, ancak tuhaf bir paradoks olarak Kemal Tahir’i günümüze değin getiren de romanlarının tekniği, edebiyattaki yeri değil, içerisinde taşıdıkları bu düşünceler olmuştur. Roman anlayışının yanında romanlarında ortaya attığı konulardan dolayı da tartışmalara da neden olur. Bu romanıda onlardan biridir.
Yüzbaşı Topçu Cemil’e Cehennem Topçu denir. Bu adı ona, Filistin Cephesi’ndeki subay arkadaşları onun savaşlarda gösterdiği kahramanlıklarından sonra verir. Biraz abartılıda olsa top güllesini iğne deliğinden geçirecek kadar isabetli atışları vardır. İttihat ve Terakki üyesidir. Çapkındır. Askerlik ruhuna işlemiştir. Ordudan ayrılmak istemez. Neriman, teyzesinin kızı ve silah arkadaşı Nazmi’nin dul karısıdır. Evlenmeden beraber olurlar ve Neriman’ın hamile kalması nedeniyle evliliğe karşı olmasına, kaçak olmasına rağmen gizlice evlenir. Yorgun Savaşçı Yüzbaşı Cemil’dir. İstanbul’a geldiğinden beri, bir türlü üzerinden atamadığı yorgunluğu sanki dinlendikçe çoğalan Cemil, bir yandan aşık olup evlendiği teyze kızı Neriman ile her şeyi uzakta bir köyde yaşamayı isteyecek kadar bıkkın; diğer yandan Anadolu’ya geçip Milli Mücadele’de ön saflarda yer almayı isteyecek kadar da cesurdur. 1919 ve 1920 yıllarında İstanbul’daki örgütlenmeleri ve Anadolu direnişini anlatan Yorgun Savaşçı, Cumhuriyet’in kuruluşuna giden sürecin romanı olarak da okunabilir.
1980 yılında yönetmen Halit Refiğ tarafından TRT için Yorgun Savaşçı adıyla TV dizisi olarak filme aktarılmıştır. Daha sonra Kenan Evren yönetimindeki askeri cunta tarafından filmin özgün kayıtları ve tüm kopyaları yakılarak imha ettirilmiştir.
“Cemil, on yedi yaşındayken kapatıldığı Taşkışla’nın yeraltı hücresinde bile, bu kadar umutsuz bir yalnızlık duymamıştı. Şu anda gidecek hiç bir yeri, yapacak hiç işi yoktu. Ne önü denizdi, ne ardı tren yolu…Burada, dilini bildiği insanlar da oturmuyordu sanki… Çevresini düşmanlar bile çevirmiş değildi artık…”
Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi Tanpınar – Hayri İrdal
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sağlığında yayımladığı son romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Türk toplumunun 19. yüzyıldan itibaren girdiği modernleşme batılılaşma sürecinin eleştirisini yapan, hatta onu hicveden bir romandır.
Romanın ana kahramanı ve anlatıcısı Hayri İrdal, II. Abdülhamit, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerini görmüş birisidir. Çocukluğunda bir muvakkidin (güneşe bakarak namaz vakitlerini bildiren kimse) yanında çalıştığından saatlere ve zamana meraklı olan, gündelik yaşamında geçmiş ve gelecek arasında sıkışmış, silik kişiliğe sahip bir şahsiyettir. Ancak Saatleri Ayarlama Enstitüsü için çalışmaya başlayınca takdir edilen birisi olur. Karısının gözünde önce sünepeyken, artık bir kahramandır. Hayri İrdal’ın babasının üzerinde kurduğu baskıdan dolayı kişiliği oturmamıştır, bu yüzden de başkaları tarafından yönetilmeye kullanılmaya mahkum olmuş ve bunun acısını çekmektedir.
“Düşün Hayri İrdal, düşün aziz dostum bu ne sözdür? Bu demektir ki, iyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Halbuki biz ne yapıyoruz? Bütün şehir ve memleket ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz. Herkes günde saat başına bir saniye kaybetse, saatte on sekiz milyon saniye kaybederiz. Günün asıl faydalı kısmını on saat addetsek, yüz seksen milyon saniye eder. Bir günde yüz seksen milyon saniye yani üç milyon dakika; bu demektir ki, günde elli bin saat kaybediyoruz. Hesap et artık senede kaç insanın ömrü birden kaybolur.”
Aylak Adam – Yusuf Atılgan – C
Yusuf Atılgan’ın Türk Edebiyatı’nda 1950 sonrasına denk gelen ve modern bireyinin sorunlarını felsefi ve psikolojik açıdan ele alan Aylak Adam romanı bir kent aylağının büyüme sürecini, daha çok psikolojik yabancılaşma, yalnızlık, tutunamama gibi temalar etrafında ele alır.
Romanın başkarakteri olan C, bir komisyoncu olan babasından kendisine kalan mirastan dolayı varlıklı olmasına rağmen, manevi yönden boşluk içindedir. O, zamanının çoğunu İstanbul’un cadde ve sokaklarında, sinema, birahane ve meyhanelerinde geçirir. Zaten C mesleğini aylaklık olarak tanımlamaktadır. Yusuf Atılgan bir röportajında aylaklık kavramına açıklık getirirken, aylaklığın özünde olmayanı aramak yatar der. Zaten romanda C de “Ben ya ararım, ya da yaşarım” diyerek bunu kanıtlar. Özetle C, gerçek aşkı arayan, mutsuz, sıkılgan ve aylak bir adamdır.
“Ertesi sabah saat sekize doğru kahvedeydi. Pencereye yakın bir masaya oturdu. İçerdeki birkaç kişi arkada kaldılar. Bu vakit ne arıyorlardı burda? Çay istedi. Bitirince parayı tabağın kıyısına koydu. Kızın öğrenci olduğunu sanıyordu. Her an kapıdan çıkabilirdi. Hep oraya bakıyordu. Acaba hangi katta oturuyordu? Kapıdan eli çantalı bir adam, arkasından bir kadın çıktı. Nerdeyse odur diye kalkacaktı. Benziyordu ama değildi. Yürüyüşü başkaydı. İşte bu çıkan oydu. Kalktı. Kız o sokağa girince ardından gitti. Dün akşam geçtikleri yerlerden Karaköy’e indiler. Beşiktaş’a giden caddenin ucundaki durağa gelince durdular. Artık onu yakından görüyordu. Boyasızdı. Erkek bakışlarını kanıksamıştı da ondan mı bakmıyordu? Ama binecekleri tramvay yaklaşınca baktı. Yüzündeki ilgisizlik dağılır gibi oldu. Gözlerini kaçırıp bir daha baktı. Şaşmış gibiydi. “Birine benzetti beni.” Tramvay durunca arka sahanlıktan bir kız, — Güler! diye bağırdı.”
Tutunamayanlar – Oğuz Atay – Turgut Özben
Mutsuz ve iletişimsiz bir evlilik hayatını süren inşaat mühendisi Turgut Özben, yakın arkadaşı Selim Işık’ın intihar ettiğini gazeteden öğrenir. Özben, bu intiharı araştırmak için sevgilisi Günseli ve arkadaşları Süleyman Kargı, Esat ve Metin ile görüşür. Özben onun dünyasına girmeye çalışır ve hayatını bütünüyle kavramak istemektedir. Nitekim Selim’in yaşamındaki karanlık noktaları ve onu intihara götüren nedenleri öğrenir. Selim, yaşadığı düzenle, burjuva değerleriyle bağdaşamamış, bu nedenle toplumunda dışına itilmiş bir aydındır. Turgut, araştırmaları sürecinde kendini sorgulamaya başlar. Kendisinin de Selim’den farklı olmadığını görür. İç hesaplaşmalara sürüklenen Turgut her şeyini geride bırakarak evinden ayrılır, bir trene biner ve kaybolur.
Turgut Özben, düşüncelerinin akışı içinde kaybolan, kendi zihninin ürünü hayal arkadaşı Olric’le sohbetlere dalar. Hayatı Selim tarafından en fazla etkilenen karakterlerden. Selim’in aksine o, normal hayatı seçer, küçük burjuva yaşantısına kapılıp, evlenir, çocuk, iş, ev sahibi olur. Ama romanın sonunda eşini, çocuğunu terkeder. Kendiyle, benliğiyle bitmek bilmeyen mücadelesi de Özben soyadında kendisini belli eder zaten.
“Hayatında ilk defa başka bir insan olma özlemini duydu. Hiç bilmediği bir içkinin susuzluğu gibi bir duygu. Değişebilmek. Kendinin bile tanıyamayacağı yeni bir varlık olmak. Bütün canlıların olanca güçleriyle karşı koydukları bir değişim, bir başkalaşım. Korkutucu ve aynı zamanda çekici bir eğilim. Hücreler bütün güçleriyle, dış etkenlere karşı koyar ve vücuda girmek isteyen yabancı unsurları dışarı atmaya çalışırken değişebileceğini, onların bu kör inadını yenebileceğini düşünmek, insan için ne kadar zordu. Değişmek, kendine yabancılaşmak demekti. Dişimdeki küçük bir oyuğun içine giren bir yemek artığına, dilim ne kadar şiddetle saldırıyor, o küçük oyuğa giremeyeceğini bildiği halde, bütün yumuşaklığıyla kendini katı duvarlara vuruyor. Barınamazsın o kovukta yabancı, diyor.”
(leblebitozu)
En Çok Okunan Haberler