“Eleştirmenlerin benim hakkımda ne söylediği umurumda değil; zaten yıllardır onları okumuyorum. Kendilerini yazarlarla okurların arasında konumlandırmaya çalışıyorlar. Bense hayatım boyunca okurlarıma bir eleştirmenin aracılığı olmadan, doğrudan ulaşabilmek için son derece yalın ve kesin bir üslupla yazmaya çalıştım.”
Lodos Özel Haber
Artık ölebilir miyim?
Diyordu usta.
Ama bilmiyordu güneşi ile aydınlattıklarını.
Yüzyıllık Yalnızlık’ın yazarı aramızdan ayrıldı.
Artık Kolombiya’dan güneş doğmayacak olsa da eserleri içimizi ısıtmaya devam edecek.
Gabriel Garcia Marquez ya da bilinen lakabıyla Gabo… 1927 yılının 6 Mart günü, Kolombiya’nın küçük bir kasabasında, Aracataca’da doğar. Babası Gabriel Garcia, annesi Luisa Marquez’dir. Küçük yaşlardayken anne ve babası bir başka kente taşınır, Gabo’yu anneannesi ve dedesi büyütür. Çevresinden saygı gören, entelektüel bir asker olan dedesi ve özellikle kendisine çocukluk yıllarında unutulmaz hikâyeler anlatan ninesi, Gabo’nun hayatını şekillendirmesinde önemli rol oynar.
Kafka, Hemingway, Woolf ve Faulkner’den etkilendi
Gabo 19 yaşına geldiğinde Cartagena Üniversitesi’nde bir hukuk öğrencisidir. Bir yandan da yerel gazetelerde muhabirlik yapar. En çok Virgina Woolf ve William Faulkner’in etkisi altında kaldığı söylense de O’nu yere seren ya da bulutların üzerine çıkaran ilk etkiyi Kafka’nın Dönüşüm adlı eserinden alır.
Kafka haricinde Marquez’in hayatına yön veren eser ve kişiler de olmuştur. Özellikle ilgilendiği eserler Ernest Hemingway, James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner’ın kaleme aldıklarıdır.
Gabo’nun ilk başarısı; batan bir gemiden kurtulup tahta parçalarından devşirme, küçük bir sal üzerinde tek başına okyanusta on gün geçiren bir gemicinin hatıralarını gazetesi için tefrika şeklinde yazmak olmuştur (1955). Olaylar, gemicinin ağzından anlatıldığından, Bir Kayıp Denizci – Relato de un Naufrage adlı eser 1970 yılında Marquez adıyla yayınlanıncaya kadar hiç kimse bu satırların Gabo’ya ait olduğunu bilemeyecektir.
Albaya Mektup Yok
“En önemli şey ilk paragraftır. İlk paragraf için aylarımı harcamışımdır. Bir kez istediğimi elde ettim mi, gerisi arkadan gelir.”
İşte kendi çalışma tarzını bu şekilde özetleyen Nobelli yazarın ünlü novellası “Albaya Mektup Yok” (1961) bu çabayla damıtılmış, sade, etkileyici bir anlatımla karşılar okurlarını:
“Albay kahve tenekesinin tepesini kaldırdı ve yalnızca bir küçük kaşık kahve kalmış olduğunu gördü. Kabı ateşten indirip suyun yarısını toprak zemine döktü ve çekilmiş kahvenin son zerreleri de pas kırıntılarına karışıp kaba dökülene kadar tenekenin içini bıçakla kazıdı...”
Marquez otuz bir yaşındayken gençlik aşkı Mercedes’le evlenir, kısa bir süre sonra da Mexico şehrine yerleşirler. Ardından ilk romanı Şer Saati – La Mala Hora 1962 yılında yayınlanır. Kolombiya’nın herhangi bir yerleşkesinde gelişen yasadışı olayları anlatan bu eserini en büyük başyapıtlarından Yüzyıllık Yalnızlık – Cien Anos de Soledat (1967) izleyecektir.
Yüzyıllık Yalnızlık
Yazar, kendi doğduğu kasabanın, yani Aracataca’nın bir benzerini, Macondo’yu yaratmıştır Yüzyıllık Yalnızlık’ta. Jose Buendia soyunun yedi kuşağını anlatan masalımsı hikâye orada geçecektir. Tıpkı Faulker’ın romanlarında olduğu gibi, Marquez de Maconda motifini kullanarak yaşadığı toplumun tüm öğelerini barındıran bir mikrokozmosu, hayali bir evreni yaratmıştır. Hikâyesini fantastik kurgular ve metaforlar eşliğinde sürdüren yazar, çocukluğunda kendisine sanki hepsi gerçekmiş gibi son derece ciddi bir yüzle olmadık hikâyeler anlatan ninesinden aldığı ilhamla bir büyülü gerçekçiliği okurlarına sunmaktadır.
Bu eser öylesine sevilmiş ve tutulmuştur ki New York Times Gazetesi, Yüzyıllık Yalnızlık’ı, tüm insanlık için "Eski Ahit'ten bu yana okunması gereken ilk edebiyat ürünü" olarak tanımlamıştır.
"Çok geçmeden marangoz tabut için ölçü alırken, pencereden baktıklarında, minicik sarı çiçeklerin yağmur gibi indiğini gördüler. Çiçekler bütün gece süren suskun bir sağanakla köyün üzerine yağdı. Bütün çatıları örttü, bütün kapıların önüne yığıldı ve dışarıda yatan bütün hayvanları soluksuz bırakıp öldürdü. Gökten öyle çok çiçek yağdı ki sabahleyin sokaklar kalın halılar döşenmiş gibi oldu ve cenaze alayının geçebilmesi için çiçekleri küreyip atmak zorunda kaldılar."
“Tanrı’ya inanmıyorum. Ama O’ndan korkuyorum”
Marquez uzunca bir süredir çektiği çıban hastalığının ızdırabı içinde kıvranırken, bir yandan da romanın kahramanlarından Jose’nin oğlu Albay Aureliana Buendia’yı öldürüp romanında üçüncü kuşağa geçmenin yollarını aramaktadır. Özetle Albay Buenda’nın artık ölmesi gerekmektir. Ama nasıl? Ve ne zaman? İşte o sırada, çok çektiği çıban hastalığına Albayı ortak etmeye karar verir. Birkaç gün sonra, uzun bir çalışma gününün ardından Marquez sessizce yazı masasından kalkar ve yatak odasında uyumakta olan karısının yanına kıvrılıp mırıldanır:
“Albay öldü!” Ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar.
Bir söyleşisi sırasında, inanmaz gözlerle kendisini dinleyen konuğunun kulağına eğilip şöyle fısıldayacaktır romanın yazarı: “Sonra ne oldu biliyor musun? Albay Buendia’ya hastalığımı bulaştırdım. O öldü ve bir daha bende hiç çıban çıkmadı!”
1982 Nobel Ödülü’nü aldı
Bir eleştirmenin “Yüzyıllık Yalnızlık’ı ne kadar zamanda yazdınız?” sorusunu da “tüm yaşamım boyunca” diye cevaplar Gabriel Garcia Marquez. Bu olağanüstü eser ona 1982 Nobel Ödülü’nü kazandıracaktır.
Yazarlık hayatını Hanım Ana’nın Cenaze Töreni – Los Funerales de la Mama Grande (1962) ve İyi Kalpli Erendira ile İnsafsız Büyükannesi’nin İnanılmaz ve Acıklı Öyküsü – La Increible y Triste Historia de la Candida Erendiray de su Abuela Desalmada (1962) adlı öykü kitaplarıyla sürdüren Marquez, bir yandan da bir sonraki romanı için hazırlık yapmaktadır.
Başkan Babamızın Sonbaharı
Şimdi artık sıra o romana gelmiştir. Marquez uzunca bir süredir Latin Amerika’nın tarihine damgasını vuran diktatörlerle ilgili bir kurgu tasarlamaktadır zihninde. Gözünün önünden diktatör örnekleri gelir geçer sırayla. Julius Sezar, Mussolini, Franco, Peron ve diğerleri. Hayalinde yaşattığı bu tiran, temel karakteristiklerini bu diktatörlerden alacaktır.
Marquez bu karakteri hayalinde yeterince oluşturduktan sonra onu fiziki bir varlığa dönüştürecek sembolü aramaya koyulur. “Bir gün Roma sokaklarında çaresizlik içinde dolaşıyordum. Girdiğim kitapçıda bulduğum fotoğraf albümünü karıştırırken birden o yüzü gördüm” der. Çok lüks bir malikânenin salonunda tek başına oturan bitik, zalim, yaşlı bir adamın çehresi canlanmıştır gözünde. Hemen oteline dönüp Karayip Adaları’nın birinde yaşamış bu diktatörün ölümünü yazmaya koyulur. Bu başyapıt 1975 yılında Başkan Babamızın Sonbaharı – El Otono del Patriarca adıyla yayınlanacaktır.
Kırmızı Pazartesi ve Kolera Günlerinde Aşk
Marquez’in 1981 yılında yayınlanan novellası Kırmızı Pazartesi – Cronica de Una Muerte Anunciada ünlü İtalyan yönetmen Francesco Rosi tarafından beyaz perdeye uyarlanır. Şimdi sıra yazarın Holywood başarısına dönüşecek eserlerinden bir başkasına, Kolera Günlerinde Aşk – El Amor en Los Tiempos del Colera (1985) adlı romanına gelmiştir.
Kolera Günlerinde Aşk, peşinde koşan uçarı Florentino’dan vazgeçip Doktor Juvenal’ın güçlü, güvenli kollarına evet diyerek bir ömür süren Fermina’nın öyküsünü anlatan sıradan bir aşk hikâyesi gibi görünebilir kimilerine. Yine de yazarın “kurduğum tuzağa düşmemek için dikkatli olmalısınız” sözlerine kulak vermekte yarar var. Deneyimli okurlar aşkın bir gökkuşağı gibi renkten renge giren tüm evrelerini fark edebilirler satır aralarında. Gençlik aşkı, romantizm, tutku, şehvet, kıskançlık, öfke ve öte yanda güvenli bir hayat arkadaşlığının vazgeçilmez huzuru…
2012 yılında yazmayı bıraktı
Marquez’in, Latin Amerika’nın kurucusu Simon Bolivar’ın son günlerini anlattığı, romanla biyografi arasında bir yerde konumlandırılan eseri Labirentindeki General – el General en su Labirento 1989 yılında yayınlanır. Bu son romanı Aşk ve Öbür Cinler – Del Amor y Otros Demonios (1994) ve Benim Hüzünlü Orospularım – Memorias de mis Putas Tristes (2004) adlı novellalar izler.
2012 yılında kardeşi tarafından Marquez’in artık yazmayı bıraktığı açıklanır. Bu özellikle yazarın takipçileri tarafından büyük bir üzüntü ile karşılanır. Fakat Marquez artık yaşlanmış ve hastalıklarla mücadele etmeye başlamıştır.
Gazeteci Marquez
Kalemi oldukça güçlü olan Marquez, edebiyatta ne kadar başarılı olsa da, gönlünde hep gazetecilik yer almıştır. Bunu öyle çok istemiştir ki Marquez, okulu bırakmayı bile göze almış ve gazetecilik eğitimi için okulundan ayrılmıştır. 1950’li yılında Roma’ya gazetecilik için gitmiş ve hayatının bir kısmını bu bölgelerde geçirmiştir.
Gazetecilik Marquez’de basılı yayına karşı daha fazla ilgi uyandırmıştır. Marquez, bu ilgi ile birlikte editörlerin ricası ile batmak üzere olan Cambio adlı dergiyi satın almış ve dergide haberci olarak çalışmaya başlamıştır. Dergiyi satın alışını “Nobel ödülü aldıktan sonra çok para isterim diye kimse beni işe almak istemiyordu. Neyse, dergi aldım da bu dertten kurtuldum” sözleri ile açıklayarak olaya yine özgün yorumunu katar.
Marquez’e Göre Sinema İzleyicisi Tutsaktı
Marquez bir edebiyatçı olarak sinema sanatına mesafeli durmuştur. Ona göre sinema izleyicisi tutsaktır, okur ise uçabilir. Okur roman kahramanlarını istediği gibi canlandırıp istediği mekanlara yerleştirebilir. Bir roman filme alındığında ise roman kahramanı artık kendisini canlandıran aktörle hatırlanmaya mahkumdur. Marquez bu gibi gerekçelerle romanlarının filme alınmasına izin vermemiş bunun yerine senaryo yazmayı daha uygun bulmuş ve sinema ile olan tek ilişkisinin bundan ibaret olduğunu belirtmiştir.
Korsana Karşı Savaştı
Marquez’in hayatındaki en büyük sorunlardan biri de korsan yayınlar olmuştur. Marquez, korsana karşı hayatı boyunca mücadele etmiş, zaman zaman kitapların yayınlanmasını durdurmuştur. Bu konuda Marquez’in ilginç bir anısı da vardır. Sırf korsan kitapların değerini yok edebilmek için kendi eserlerinin sonlarını baskı sırasında değiştirmiştir.
Marquez Yılı
Eserleri ile herkesin yüreğine dokunmayı başaran Marquez’in dünya çapında bir hayran kitlesi oluşmuş, yazarın 70. yaş gününü kutladığı 1997 yılı medya tarafından “Gabriel Marquez Yılı” olarak ilan edilmiştir.
Nobel’deki Unutulmaz Konuşması
1982 yılında Yüzyıllık Yalnızlık, Marquez’e Nobel Ödülü’nü getirmiştir. Ödülden daha çok Marquez’in Nobel gecesinde yaptığı konuşma akıllarda kalmıştır:
"Kuşkuya, yağmaya ve terkedilmişliğe karşı, yanıtımız yaşam'dır. Ne tufanlar, ne salgınlar, ne açlıklar, ne felaketler, ne de hatta yüzyıllar boyu birbirini izleyen sonu gelmez savaşlar, yaşamın ölüm karşısındaki dayanıklı üstünlüğünü kırmayı başarabildi. Hep büyüyen, hep hızlanan bir üstünlük; her yıl, yeni doğanların sayısı, ölenlerinkinden yetmiş dört milyon daha çok; New York'un nüfusunu yedi ile çarparak çoğaltacak denli yeni insan doğuyor her yıl. Çoğu, en yoksul ülkelerde dünyaya geliyorlar ve bu ülkeler arasında elbette Latin Amerika ülkeleri de var. Buna karşılık, en gelişmiş ülkeler, yalnız bugüne dek var olmuş tüm insanları değil, ama bu kısmetsizlikler gezegeninden gelip geçmiş canlı yaratıkların tümünü yüz kez kül etmeye yetecek bir yok etme gücünü biriktirmeyi başardılar."
Marquez’den hayata dair
• Seni sen olduğun için değil, seninle birlikte olduğumda ben olduğum için seviyorum.
• Hiç kimse gözyaşlarını hak etmez, onlara layık olan kişi ise zaten seni ağlatmaz.
• Sen istediğinde sana âşık olmaması, sana âşık olmadığı anlamına gelmez.
• Gerçek arkadaş, elini tutan, kalbine dokunandır.
• Birisine yabancılaşmanın en kötü biçimi yanında oturuyor olup ona hiçbir zaman ulaşamayacağını bilmektir.
• Hiçbir zaman gülümsemekten vazgeçme, üzgün olduğunda bile. Gülümsemene kimin, ne zaman aşık olacağını bilemezsin.
• Tüm dünya için sadece bir kişi olabilirsin, fakat bazıları için sen bir dünyasın.
• Zamanı, onu seninle birlikte geçirmeye hazır olmayan biriyle geçirme.
• Belki de Tanrı uygun kişiyi tanımandan önce yanlış kişilerle tanışmanı, onu tanıdığında minnettar olman için istedi.
• Bitti diye üzülme, "yaşandı" diye sevin.
• Her zaman seni üzecek birileri olacaktır, yapman gereken insanlara güvenmeye devam etmek, kime iki defa güveneceğine daha fazla dikkat etmektir.
• Birini daha iyi tanımadan ve bu kişinin senin kim olduğunu bilmesinden önce kendini daha iyi bir kişiye dönüştür ve kim olduğunu bilerek kendine güven.
• Kendini çok zorlama, en güzel şeyler onları en az beklediğinde olur.
• Yaşanan her şeyin bir sebebi vardır.
• Sevdiğinin bir başkasıyla mutlu olduğunu görmekten daha acı bir şey varsa, O da sevdiğinin seninle mutsuz olduğunu görmektir.
Türkçe’ye Çevrilmiş EserleriRoman
Aşk ve Öbür Cinler , 1994 (Del amor y otros demonios)
Başkan Babamızın Sonbaharı , 1975 (El Otoño del patriarca)
Benim Hüzünlü Orospularım , 2004 (Memoria de mis putas tristes)
Kırmızı Pazartesi , 1981 (Cronica De Una Muerte Anunciada)
Kolera Günlerinde Aşk , 1985 (El amor en los tiempos del cólera)
Labirentindeki General , 1989 (El general en su laberinto)
Şili’de Gizlice , 1986 (La aventura de Miguel Littín clandestino en Chile)
Bir Kaçırılma Öyküsü , 1996 (Noticia de un secuestro)
Yüzyıllık Yalnızlık , 1967 (Cien años de soledad)
Şer Saati , 1962 (La Mala hora)
Öykü
Albaya Mektup Yazan Kimse Yok , 1961 (El coronel no tiene quien le escriba)
Bir Kayıp Denizci , 1955 (Relato de un náufrago)
Hanım Ana’nın Cenaze Töreni , 1962 (Los funerales de la Mamá Grande)
On İki Gezici Öykü , 1992 (Doce cuentos peregrinos)
Yaprak Fırtınası , 1955 (La hojarasca)
Diğer Eserleri
Un día después del sábado, 1955
Monólogo de Isabel viendo llover en Macondo, 1968.
Cuando era feliz e indocumentado, 1973.
Chile, el golpe y los gringos, 1974.
Ojos de perro azul, 1974.
El otoño del patriarca, 1975.
Todos los cuentos (1947-1972), 1976.
Textos costeños, 1981.
Viva Sandino, 1982.
El olor de la guayaba, 1982.
El secuestro, 1982.
El asalto: el operativo con el que el FSLN se lanzó al mundo, 1983.
Erendira, 1983.
Kızıl Oidipus, senaryo 1996
Erendira, senaryo
Ve Gabo Sonsuzluğa Sarı Kelebeklerle Uğurlandı
Tüm dünyada milyonlarca hayranı bulunan büyük Yazar Gabriel Garcia Marquez, 17 Nisan 2014’te hayatını kaybetti.
Yazarın küllerinin bulunduğu kap, 56 yılını paylaştığı eşi Mercedes Barcha ile oğulları Gonzalo ve Rodrigo tarafından Güzel Sanatlar Sarayı'nın lobisindeki kaideye yerleştirildi. Kabın önüne ise Marquez'in en sevdiği çiçek olan sarı bir gül yerleştirildi.
Sevdikleri tarafından kısaca "Gabo" olarak anılan yazarın hayranları, üç saat boyunca halka açılan lobideki kaidenin önünden geçebilmek için bir kilometrelik kuyruk oluşturdu.
Sarayın önünde ise Kolombiya'dan gelen bir vallenato grubu ünlü yazarın en çok sevdiği şarkıları çaldı. Marquez, "Yüzyıllık Yalnızlık" adlı romanının 400 sayfalık bir vallenato olduğunu söylemişti.
Marquez'in çok sevdiği Macar besteci Bela Bartok ile İtalyan besteci Giovanni Bottesini'nin eserlerinin çalındığı törenin sonunda hayranları, Yüzyıllık Yalnızlık romanının en ilgi çeken bölümlerinden birine atfen kağıttan sarı kelebekleri havaya fırlattı. Romanda, Buendia ailesinin beşinci kuşak torunu Renata Remedios'a çılgınca âşık olan Mauricio Babilonia, gittiği her yere peşindeki sarı kelebekleri de götürüyordu.
Veda Mektubu
“Artık ölebilir miyim?”
Gabriel Garcia Marquez’in ölmeden önce bıraktığı son eser olan Veda Mektubu, diğer eserlerinin de önüne geçmeyi başardı. Bu cümleler ölüm döşeğinde olan birinin kaleminden döküldü. Belki de bu kadar ilgi uyandırmasının sebeplerinden birisi de buydu:
"Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım.
Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı…
Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim.
Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım.
Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.
Ey insanlar!
Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim.
Mutsuz bir şekilde…
Artık ölebilir miyim?"
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Gabriel Garcia Marquez
null
Lodos Özel Haber Artık ölebilir miyim? Diyordu usta. Ama bilmiyordu güneşi ile aydınlattıklarını. Yüzyıllık Yalnızlık’ın yazarı aramızdan ayrıldı. Artık Kolombiya’dan güneş doğmayacak olsa da eserleri içimizi ısıtmaya devam edecek. Gabriel Garcia Marquez ya da bilinen lakabıyla Gabo… 1927 yılının 6 Mart günü, Kolombiya’nın küçük bir kasabasında, Aracataca’da doğar. Babası Gabriel Garcia, annesi Luisa Marquez’dir. Küçük yaşlardayken anne ve babası bir başka kente taşınır, Gabo’yu anneannesi ve dedesi büyütür. Çevresinden saygı gören, entelektüel bir asker olan dedesi ve özellikle kendisine çocukluk yıllarında unutulmaz hikâyeler anlatan ninesi, Gabo’nun hayatını şekillendirmesinde önemli rol oynar. Kafka, Hemingway, Woolf ve Faulkner’den etkilendi Gabo 19 yaşına geldiğinde Cartagena Üniversitesi’nde bir hukuk öğrencisidir. Bir yandan da yerel gazetelerde muhabirlik yapar. En çok Virgina Woolf ve William Faulkner’in etkisi altında kaldığı söylense de O’nu yere seren ya da bulutların üzerine çıkaran ilk etkiyi Kafka’nın Dönüşüm adlı eserinden alır. Kafka haricinde Marquez’in hayatına yön veren eser ve kişiler de olmuştur. Özellikle ilgilendiği eserler Ernest Hemingway, James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner’ın kaleme aldıklarıdır. Gabo’nun ilk başarısı; batan bir gemiden kurtulup tahta parçalarından devşirme, küçük bir sal üzerinde tek başına okyanusta on gün geçiren bir gemicinin hatıralarını gazetesi için tefrika şeklinde yazmak olmuştur (1955). Olaylar, gemicinin ağzından anlatıldığından, Bir Kayıp Denizci – Relato de un Naufrage adlı eser 1970 yılında Marquez adıyla yayınlanıncaya kadar hiç kimse bu satırların Gabo’ya ait olduğunu bilemeyecektir. Albaya Mektup Yok “En önemli şey ilk paragraftır. İlk paragraf için aylarımı harcamışımdır. Bir kez istediğimi elde ettim mi, gerisi arkadan gelir.” İşte kendi çalışma tarzını bu şekilde özetleyen Nobelli yazarın ünlü novellası “Albaya Mektup Yok” (1961) bu çabayla damıtılmış, sade, etkileyici bir anlatımla karşılar okurlarını: “Albay kahve tenekesinin tepesini kaldırdı ve yalnızca bir küçük kaşık kahve kalmış olduğunu gördü. Kabı ateşten indirip suyun yarısını toprak zemine döktü ve çekilmiş kahvenin son zerreleri de pas kırıntılarına karışıp kaba dökülene kadar tenekenin içini bıçakla kazıdı...” Marquez otuz bir yaşındayken gençlik aşkı Mercedes’le evlenir, kısa bir süre sonra da Mexico şehrine yerleşirler. Ardından ilk romanı Şer Saati – La Mala Hora 1962 yılında yayınlanır. Kolombiya’nın herhangi bir yerleşkesinde gelişen yasadışı olayları anlatan bu eserini en büyük başyapıtlarından Yüzyıllık Yalnızlık – Cien Anos de Soledat (1967) izleyecektir. Yüzyıllık Yalnızlık Yazar, kendi doğduğu kasabanın, yani Aracataca’nın bir benzerini, Macondo’yu yaratmıştır Yüzyıllık Yalnızlık’ta. Jose Buendia soyunun yedi kuşağını anlatan masalımsı hikâye orada geçecektir. Tıpkı Faulker’ın romanlarında olduğu gibi, Marquez de Maconda motifini kullanarak yaşadığı toplumun tüm öğelerini barındıran bir mikrokozmosu, hayali bir evreni yaratmıştır. Hikâyesini fantastik kurgular ve metaforlar eşliğinde sürdüren yazar, çocukluğunda kendisine sanki hepsi gerçekmiş gibi son derece ciddi bir yüzle olmadık hikâyeler anlatan ninesinden aldığı ilhamla bir büyülü gerçekçiliği okurlarına sunmaktadır. Bu eser öylesine sevilmiş ve tutulmuştur ki New York Times Gazetesi, Yüzyıllık Yalnızlık’ı, tüm insanlık için "Eski Ahit'ten bu yana okunması gereken ilk edebiyat ürünü" olarak tanımlamıştır. "Çok geçmeden marangoz tabut için ölçü alırken, pencereden baktıklarında, minicik sarı çiçeklerin yağmur gibi indiğini gördüler. Çiçekler bütün gece süren suskun bir sağanakla köyün üzerine yağdı. Bütün çatıları örttü, bütün kapıların önüne yığıldı ve dışarıda yatan bütün hayvanları soluksuz bırakıp öldürdü. Gökten öyle çok çiçek yağdı ki sabahleyin sokaklar kalın halılar döşenmiş gibi oldu ve cenaze alayının geçebilmesi için çiçekleri küreyip atmak zorunda kaldılar." “Tanrı’ya inanmıyorum. Ama O’ndan korkuyorum” Marquez uzunca bir süredir çektiği çıban hastalığının ızdırabı içinde kıvranırken, bir yandan da romanın kahramanlarından Jose’nin oğlu Albay Aureliana Buendia’yı öldürüp romanında üçüncü kuşağa geçmenin yollarını aramaktadır. Özetle Albay Buenda’nın artık ölmesi gerekmektir. Ama nasıl? Ve ne zaman? İşte o sırada, çok çektiği çıban hastalığına Albayı ortak etmeye karar verir. Birkaç gün sonra, uzun bir çalışma gününün ardından Marquez sessizce yazı masasından kalkar ve yatak odasında uyumakta olan karısının yanına kıvrılıp mırıldanır: “Albay öldü!” Ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Bir söyleşisi sırasında, inanmaz gözlerle kendisini dinleyen konuğunun kulağına eğilip şöyle fısıldayacaktır romanın yazarı: “Sonra ne oldu biliyor musun? Albay Buendia’ya hastalığımı bulaştırdım. O öldü ve bir daha bende hiç çıban çıkmadı!” 1982 Nobel Ödülü’nü aldı Bir eleştirmenin “Yüzyıllık Yalnızlık’ı ne kadar zamanda yazdınız?” sorusunu da “tüm yaşamım boyunca” diye cevaplar Gabriel Garcia Marquez. Bu olağanüstü eser ona 1982 Nobel Ödülü’nü kazandıracaktır. Yazarlık hayatını Hanım Ana’nın Cenaze Töreni – Los Funerales de la Mama Grande (1962) ve İyi Kalpli Erendira ile İnsafsız Büyükannesi’nin İnanılmaz ve Acıklı Öyküsü – La Increible y Triste Historia de la Candida Erendiray de su Abuela Desalmada (1962) adlı öykü kitaplarıyla sürdüren Marquez, bir yandan da bir sonraki romanı için hazırlık yapmaktadır. Başkan Babamızın Sonbaharı Şimdi artık sıra o romana gelmiştir. Marquez uzunca bir süredir Latin Amerika’nın tarihine damgasını vuran diktatörlerle ilgili bir kurgu tasarlamaktadır zihninde. Gözünün önünden diktatör örnekleri gelir geçer sırayla. Julius Sezar, Mussolini, Franco, Peron ve diğerleri. Hayalinde yaşattığı bu tiran, temel karakteristiklerini bu diktatörlerden alacaktır. Marquez bu karakteri hayalinde yeterince oluşturduktan sonra onu fiziki bir varlığa dönüştürecek sembolü aramaya koyulur. “Bir gün Roma sokaklarında çaresizlik içinde dolaşıyordum. Girdiğim kitapçıda bulduğum fotoğraf albümünü karıştırırken birden o yüzü gördüm” der. Çok lüks bir malikânenin salonunda tek başına oturan bitik, zalim, yaşlı bir adamın çehresi canlanmıştır gözünde. Hemen oteline dönüp Karayip Adaları’nın birinde yaşamış bu diktatörün ölümünü yazmaya koyulur. Bu başyapıt 1975 yılında Başkan Babamızın Sonbaharı – El Otono del Patriarca adıyla yayınlanacaktır. Kırmızı Pazartesi ve Kolera Günlerinde Aşk Marquez’in 1981 yılında yayınlanan novellası Kırmızı Pazartesi – Cronica de Una Muerte Anunciada ünlü İtalyan yönetmen Francesco Rosi tarafından beyaz perdeye uyarlanır. Şimdi sıra yazarın Holywood başarısına dönüşecek eserlerinden bir başkasına, Kolera Günlerinde Aşk – El Amor en Los Tiempos del Colera (1985) adlı romanına gelmiştir. Kolera Günlerinde Aşk, peşinde koşan uçarı Florentino’dan vazgeçip Doktor Juvenal’ın güçlü, güvenli kollarına evet diyerek bir ömür süren Fermina’nın öyküsünü anlatan sıradan bir aşk hikâyesi gibi görünebilir kimilerine. Yine de yazarın “kurduğum tuzağa düşmemek için dikkatli olmalısınız” sözlerine kulak vermekte yarar var. Deneyimli okurlar aşkın bir gökkuşağı gibi renkten renge giren tüm evrelerini fark edebilirler satır aralarında. Gençlik aşkı, romantizm, tutku, şehvet, kıskançlık, öfke ve öte yanda güvenli bir hayat arkadaşlığının vazgeçilmez huzuru… 2012 yılında yazmayı bıraktı Marquez’in, Latin Amerika’nın kurucusu Simon Bolivar’ın son günlerini anlattığı, romanla biyografi arasında bir yerde konumlandırılan eseri Labirentindeki General – el General en su Labirento 1989 yılında yayınlanır. Bu son romanı Aşk ve Öbür Cinler – Del Amor y Otros Demonios (1994) ve Benim Hüzünlü Orospularım – Memorias de mis Putas Tristes (2004) adlı novellalar izler. 2012 yılında kardeşi tarafından Marquez’in artık yazmayı bıraktığı açıklanır. Bu özellikle yazarın takipçileri tarafından büyük bir üzüntü ile karşılanır. Fakat Marquez artık yaşlanmış ve hastalıklarla mücadele etmeye başlamıştır. Gazeteci Marquez Kalemi oldukça güçlü olan Marquez, edebiyatta ne kadar başarılı olsa da, gönlünde hep gazetecilik yer almıştır. Bunu öyle çok istemiştir ki Marquez, okulu bırakmayı bile göze almış ve gazetecilik eğitimi için okulundan ayrılmıştır. 1950’li yılında Roma’ya gazetecilik için gitmiş ve hayatının bir kısmını bu bölgelerde geçirmiştir. Gazetecilik Marquez’de basılı yayına karşı daha fazla ilgi uyandırmıştır. Marquez, bu ilgi ile birlikte editörlerin ricası ile batmak üzere olan Cambio adlı dergiyi satın almış ve dergide haberci olarak çalışmaya başlamıştır. Dergiyi satın alışını “Nobel ödülü aldıktan sonra çok para isterim diye kimse beni işe almak istemiyordu. Neyse, dergi aldım da bu dertten kurtuldum” sözleri ile açıklayarak olaya yine özgün yorumunu katar. Marquez’e Göre Sinema İzleyicisi Tutsaktı Marquez bir edebiyatçı olarak sinema sanatına mesafeli durmuştur. Ona göre sinema izleyicisi tutsaktır, okur ise uçabilir. Okur roman kahramanlarını istediği gibi canlandırıp istediği mekanlara yerleştirebilir. Bir roman filme alındığında ise roman kahramanı artık kendisini canlandıran aktörle hatırlanmaya mahkumdur. Marquez bu gibi gerekçelerle romanlarının filme alınmasına izin vermemiş bunun yerine senaryo yazmayı daha uygun bulmuş ve sinema ile olan tek ilişkisinin bundan ibaret olduğunu belirtmiştir. Korsana Karşı Savaştı Marquez’in hayatındaki en büyük sorunlardan biri de korsan yayınlar olmuştur. Marquez, korsana karşı hayatı boyunca mücadele etmiş, zaman zaman kitapların yayınlanmasını durdurmuştur. Bu konuda Marquez’in ilginç bir anısı da vardır. Sırf korsan kitapların değerini yok edebilmek için kendi eserlerinin sonlarını baskı sırasında değiştirmiştir. Marquez Yılı Eserleri ile herkesin yüreğine dokunmayı başaran Marquez’in dünya çapında bir hayran kitlesi oluşmuş, yazarın 70. yaş gününü kutladığı 1997 yılı medya tarafından “Gabriel Marquez Yılı” olarak ilan edilmiştir. Nobel’deki Unutulmaz Konuşması 1982 yılında Yüzyıllık Yalnızlık, Marquez’e Nobel Ödülü’nü getirmiştir. Ödülden daha çok Marquez’in Nobel gecesinde yaptığı konuşma akıllarda kalmıştır: "Kuşkuya, yağmaya ve terkedilmişliğe karşı, yanıtımız yaşam'dır. Ne tufanlar, ne salgınlar, ne açlıklar, ne felaketler, ne de hatta yüzyıllar boyu birbirini izleyen sonu gelmez savaşlar, yaşamın ölüm karşısındaki dayanıklı üstünlüğünü kırmayı başarabildi. Hep büyüyen, hep hızlanan bir üstünlük; her yıl, yeni doğanların sayısı, ölenlerinkinden yetmiş dört milyon daha çok; New York'un nüfusunu yedi ile çarparak çoğaltacak denli yeni insan doğuyor her yıl. Çoğu, en yoksul ülkelerde dünyaya geliyorlar ve bu ülkeler arasında elbette Latin Amerika ülkeleri de var. Buna karşılık, en gelişmiş ülkeler, yalnız bugüne dek var olmuş tüm insanları değil, ama bu kısmetsizlikler gezegeninden gelip geçmiş canlı yaratıkların tümünü yüz kez kül etmeye yetecek bir yok etme gücünü biriktirmeyi başardılar." Marquez’den hayata dair • Seni sen olduğun için değil, seninle birlikte olduğumda ben olduğum için seviyorum. • Hiç kimse gözyaşlarını hak etmez, onlara layık olan kişi ise zaten seni ağlatmaz. • Sen istediğinde sana âşık olmaması, sana âşık olmadığı anlamına gelmez. • Gerçek arkadaş, elini tutan, kalbine dokunandır. • Birisine yabancılaşmanın en kötü biçimi yanında oturuyor olup ona hiçbir zaman ulaşamayacağını bilmektir. • Hiçbir zaman gülümsemekten vazgeçme, üzgün olduğunda bile. Gülümsemene kimin, ne zaman aşık olacağını bilemezsin. • Tüm dünya için sadece bir kişi olabilirsin, fakat bazıları için sen bir dünyasın. • Zamanı, onu seninle birlikte geçirmeye hazır olmayan biriyle geçirme. • Belki de Tanrı uygun kişiyi tanımandan önce yanlış kişilerle tanışmanı, onu tanıdığında minnettar olman için istedi. • Bitti diye üzülme, "yaşandı" diye sevin. • Her zaman seni üzecek birileri olacaktır, yapman gereken insanlara güvenmeye devam etmek, kime iki defa güveneceğine daha fazla dikkat etmektir. • Birini daha iyi tanımadan ve bu kişinin senin kim olduğunu bilmesinden önce kendini daha iyi bir kişiye dönüştür ve kim olduğunu bilerek kendine güven. • Kendini çok zorlama, en güzel şeyler onları en az beklediğinde olur. • Yaşanan her şeyin bir sebebi vardır. • Sevdiğinin bir başkasıyla mutlu olduğunu görmekten daha acı bir şey varsa, O da sevdiğinin seninle mutsuz olduğunu görmektir. Türkçe’ye Çevrilmiş Eserleri Roman Aşk ve Öbür Cinler , 1994 (Del amor y otros demonios) Başkan Babamızın Sonbaharı , 1975 (El Otoño del patriarca) Benim Hüzünlü Orospularım , 2004 (Memoria de mis putas tristes) Kırmızı Pazartesi , 1981 (Cronica De Una Muerte Anunciada) Kolera Günlerinde Aşk , 1985 (El amor en los tiempos del cólera) Labirentindeki General , 1989 (El general en su laberinto) Şili’de Gizlice , 1986 (La aventura de Miguel Littín clandestino en Chile) Bir Kaçırılma Öyküsü , 1996 (Noticia de un secuestro) Yüzyıllık Yalnızlık , 1967 (Cien años de soledad) Şer Saati , 1962 (La Mala hora) Öykü Albaya Mektup Yazan Kimse Yok , 1961 (El coronel no tiene quien le escriba) Bir Kayıp Denizci , 1955 (Relato de un náufrago) Hanım Ana’nın Cenaze Töreni , 1962 (Los funerales de la Mamá Grande) On İki Gezici Öykü , 1992 (Doce cuentos peregrinos) Yaprak Fırtınası , 1955 (La hojarasca) Diğer Eserleri Un día después del sábado, 1955 Monólogo de Isabel viendo llover en Macondo, 1968. Cuando era feliz e indocumentado, 1973. Chile, el golpe y los gringos, 1974. Ojos de perro azul, 1974. El otoño del patriarca, 1975. Todos los cuentos (1947-1972), 1976. Textos costeños, 1981. Viva Sandino, 1982. El olor de la guayaba, 1982. El secuestro, 1982. El asalto: el operativo con el que el FSLN se lanzó al mundo, 1983. Erendira, 1983. Kızıl Oidipus, senaryo 1996 Erendira, senaryo Ve Gabo Sonsuzluğa Sarı Kelebeklerle Uğurlandı Tüm dünyada milyonlarca hayranı bulunan büyük Yazar Gabriel Garcia Marquez, 17 Nisan 2014’te hayatını kaybetti. Yazarın küllerinin bulunduğu kap, 56 yılını paylaştığı eşi Mercedes Barcha ile oğulları Gonzalo ve Rodrigo tarafından Güzel Sanatlar Sarayı'nın lobisindeki kaideye yerleştirildi. Kabın önüne ise Marquez'in en sevdiği çiçek olan sarı bir gül yerleştirildi. Sevdikleri tarafından kısaca "Gabo" olarak anılan yazarın hayranları, üç saat boyunca halka açılan lobideki kaidenin önünden geçebilmek için bir kilometrelik kuyruk oluşturdu. Sarayın önünde ise Kolombiya'dan gelen bir vallenato grubu ünlü yazarın en çok sevdiği şarkıları çaldı. Marquez, "Yüzyıllık Yalnızlık" adlı romanının 400 sayfalık bir vallenato olduğunu söylemişti. Marquez'in çok sevdiği Macar besteci Bela Bartok ile İtalyan besteci Giovanni Bottesini'nin eserlerinin çalındığı törenin sonunda hayranları, Yüzyıllık Yalnızlık romanının en ilgi çeken bölümlerinden birine atfen kağıttan sarı kelebekleri havaya fırlattı. Romanda, Buendia ailesinin beşinci kuşak torunu Renata Remedios'a çılgınca âşık olan Mauricio Babilonia, gittiği her yere peşindeki sarı kelebekleri de götürüyordu. Veda Mektubu “Artık ölebilir miyim?” Gabriel Garcia Marquez’in ölmeden önce bıraktığı son eser olan Veda Mektubu, diğer eserlerinin de önüne geçmeyi başardı. Bu cümleler ölüm döşeğinde olan birinin kaleminden döküldü. Belki de bu kadar ilgi uyandırmasının sebeplerinden birisi de buydu: "Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı… Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde… Artık ölebilir miyim?"
En Çok Okunan Haberler