Bundan iki yıl önce şu aralar, gitme vakti geldi diye...
En sevdiğim hasleti yazdım maviye.
Dedim ve tavrına hayran olduğuma, sesini beklediğime, bu kentin en güzel haline, lodosa geldim.
Çok eski bir hikaye bizimki.
Daha Sezen'in şarkısına falan konu olmadan...
Çok daha önceden... Çocukluktan kalma bir sevda bizimki.
Tam olarak nasıl başladı? Hangi anda bu kadar meftun oldum sesine, soluğuna hatırlamıyorum.
Kötü bir anıyı mı savurmuştu? Benimle kalmasını istemediğim bir şeyleri mi silmişti?
Neye, ne zaman, nasıl bu kadar iyi gelmişti de, ben onda böylesine takılı kalmıştım?
O detay yok. Bilemiyorum.
Gerçek olan tek şey, benim için bu şehrin en güzeli olduğu...
Ve böyle başladı her şey.
Ondan başka hiç bir şey yokken...
Ne para, ne yer, ne kadro, ne de başka bir şey...
Adımız, sesimiz, soluğumuz tamamsa, ötesi teferruattı.
İki yıl önce tam da bu zamanlar ofisimize adım attığımız günleri hatırlıyorum şimdi. Bizden önceki kiracı, ne var ne yoksa kapamış, sökmüş gitmiş.
Su yok, elektrik yok, telefon yok, internet yok, doğalgaz yok, boya yok, badana yok. Öyle böyle değil, harbiden hiç bir şey yok.
Ve ben, iki yıl sonra, şimdi bu satırları yazarken, tüm o olanaksızlıkların içinde, amansızca bir faraşa ihtiyaç duyuşumuzu hatırlıyorum.
Faraş...
Bildiğimiz, içine çöp süpürülen, o basit, plastik alet...
Fantastik şeyler yazma çabası değil bu. Bilfiil, hakikat!
Elektriğin günlerce bağlanamadığı bir yerde, içine girdiğiniz ofis boğazına kadar çöpe batmışsa şayet...
Envai çeşit arkadaşınız, farklı modellerde elektrikli süpürgelerini kapıp, "çekil şurdan, ben hallederim!" Diye yardıma koştuğunda ve bir süre sonra, elindeki fişle, bir, öbek öbek duran çöplere, bir de yüzünüze mel mel bakıp, her faninin akıl edebileceği o malum soruyu sorduğunda...
Yani her seferinde bir kez daha anladık ki, o zamana kadar belki de hiç kullanmadığımız, gereksinim duymadığımız faraş, kıymetlidir.
Ve gülümsediğimin Nilüfer'in de, hele ki FSM Bulvarı'nda, cismini geçtim, mevhum olarak bile faraşa yer yoktur!
Parasızlıktan ziyade, faraşsızlığın içimize dert olduğu o günlerde başladı Lodos'un yolculuğu...
Ve sonrasında, dostlarımızın varlığıyla, bildiğiniz komün mantığı ve dayanışmasıyla gelişti her şey.
Ayla, ben severim diye berjer getirdi. Ebru, "bana bak! Bunlar günlük, bunlar da misafirlik çay bardaklarınız. Doğru düzgün ikram yapın" diyerek mutfağı donattı.
Neslihan, "elektrik yok, su yok. Açlıktan ölürsünüz oralarda" deyip, Meserret Annem Köftecisi'nin, müşteriye sunulması gereken ne kadar köftesi varsa kaçırıp kaçırıp bize getirdi.
"Hamal tutmak da ne demekmiş?" Diye şarlayan kuzen Ege, kendisinin iki katı ağırlığındaki masaları sırtında taşıdı.
Ege'nin ne kadar eşi dostu varsa... Ve her kim, neyden anlıyorsa, tam tekmil ofise koştu. Kimi bilgisayarıyla geldi, kimi matkabıyla...
Lodos'un ilk göz ağrısı, ilk editörü, Hakan Göçmez, burada günlerce balkon yıkadı.
Sarmasını saran, böreğini açan...
Sevgisini, iyi niyetini, hayır duasını kapan geldi.
Şimdi, yüzümdeki şapşik olduğunu tahmin ettiğim gülümsemeyle, tekrar tekrar düşünürken o günleri...
Evet...
Eski Türk filmlerinde her neyse özlediğimiz ve yoksunluğu yüzünden içimizin cız ettiği...
Lodos'un kuruluş aşaması da işte tam tamına buydu.
Bir tek Hafize Ana eksikti.
Güzel seyyahım ve yazarım Ayşe, çocukluğum Müge, Aysun, Emrah, Ece, Filiz, Nurdan, ikbal, Gonca, Gülkan hepsi yanımızdaydı.
Sitenin ilk yayınları...
Sonra dergi...
Hem ben ne bileyim fatura nasıl kesilir? Mühür nereye yapıştırılır?
Dört işlemi şu yaşımda beceremiyorken, KDV hesaplayacağım diye sürünüşlerim...
Ve sonra, Lodos'un CEO'su, medarı iftiharım, Aslı'mın gelişi...
Bakıyorsun, mini mini, narin, idealist bir kız çocuğu.
İçinden, "fazla dayanmaz" diye geçiriyorsun.
Ve o mini mini kızdan, kocaman bir yol arkadaşı çıkıyor.
Aklımın öbür yanı oluyor.
Çoğu zaman da ağır basan tarafı...
Bu meslekte gördüğüm, en çalışkan, en dürüst ve vefalı insanlardan biri.
Dedim ya, Lodos'un CEO'su... (Aslında, kendimizi yetkin hissetmek için kullanıyoruz bu dandik plaza dilini. Daha doğrusu, Aslı'nın fikri. Böyle diye diye, bir gün gerçekten camlı plazamız olacağını sanıyor. Ve bir de, salakçana olmasını şart koştuğu kemik gözlüklü asistanı...)
İşin içinden çıkamadığımız zamanlar...
Yorgun günler...
Hasta hasta, sürünülerek yapılan yayınlar...
Ferya, Feza ve Fırat'ın desteğiyle, koca koca medyalarla aşık atmaya çalıştığımız seçim akşamları...
Çocukluğumun diğer yanı Fazıl...
"Bana bak! Sen aleyhte bir şey yazmayacağına söz verirsen, ben milletvekilliğine aday olacağım" diyen Ceyhun'un, bu niyetini ilk kez Lodos'tan ilan edişimiz.
Ve adaylık çalışmasını birlikte yürüttüğümüz Belgin Abla...
Dünyanın en naif kadını. Ne yaparsan yap, ne dersen de, kızmıyor, kıskanmıyor kadın.
Fıtratında yok.
Oysa, yeri geliyor, atarla okunması gereken bir metin veriyoruz eline.
"Abla... Allaisen bak, sen şimdi muhalefet partisinin milletvekili adayısın ya. İktidara yükleneceksin ya. Hıh, işte o yüzden, tam da burada sesini kızgın yapıp yükselteceksin ona göre!"
Yine o sabah böyle bir metni deniyoruz.
"Tamam" diyor. "Kızgın olucam."
Yok. N'aparsan yap olmuyor. Kadın kızamıyor, bağıramıyor.
Sanırsınız Emel Sayın, sevenlerine hitap edecek.
Kalmış toplantıya bir saat! Aynı ekipten Mürüvvet çaresiz, Can olmayan saçını başını yoluyor. Aslı ofisteki koridoru turluyor.
Peki Güven nereye kayboldu?
Beş dakika sonra ortaya çıkıyor Güven'in nereye kaybolduğu!
Meğer, koştura koştura markete gitmiş. Elindeki şişeden doldurduğu bardağı uzatıyor Belgin Abla'ya...
"Abla gözünü seveyim, bir dikişte iç şunu!"
"Sen delirdin mi?" Diye kıyameti koparıyoruz. Kadın birazdan kaç yüz kişinin önüne çıkacak, konuşma yapacak.
"İşte tam da bunun için şu bardağı bir dikişte bitirmesi şart" diye üsteleyince Güven, çaresiz içiyor Belgin Abla...
Ve yarım saat sonra ,"hiç merak etme. O Kemal buraya gelecek!" Diye garanti vererek çıkıyor ofisten.
"İşte budur Abla. Kim Tutar seni?"
***
Zaman ilerledikçe evimiz oluyor Lodos...
Kapısının herkese açık olduğu evimiz.
Davetsiz gelenlerimize bile.
İhbar üzerine, 4. Murat tribiyle baskına gelenler...
Cezayı kitleyenler...
Elektriğimizi kesenler!
Sonra telafi edenler...
Dostluk için gelenler...
Kulis için gelenler...
Taaaa Amerika'dan kalkıp, o güzel bacılarla birlikte gelenler...