Hava Durumu

Ya yazmaya devam edebilselerdi?

Yazının Giriş Tarihi: 24.11.2016 15:50
Yazının Güncellenme Tarihi: 24.11.2016 15:50

"Bir kitabı okurken geçen iki saatin, ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince, insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım."

Türk Edebiyatı'nda farklı kategorilerde önemli yerlere sahip olan bir çok ismin bize kattıkları kadar yaşadıkları hayatlar da bir çok defa konu olmuş, üzerine günümüzde de hala konuşulup yazılmaktadır.

Şüphesiz hala gündemde kalan Sabahattin Ali de bunlardan biridir. Kürk Mantolu Madonna'sı, senelerdir en çok satanların liste başında kalan bir büyük yazardır O...

Neden onu okuduğumuzu yine onun sözleriyle anlatabiliriz ancak;

"Bir kitabı okurken geçen iki saatin, ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince, insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım."

Zekasının ona bir cezası mıdır bilinmez ama, ömrü, hakkında açılan davalar, tutuklamalar, tutsaklıklarla doludur. Ne memurluktan ihraç edilmediği kalmış ne kitaplarının toplatılmadığı... Yaşadığı tüm olumsuzluklara rağmen buhran içinde kalan günlerinde dahi yazdıklarıyla bir sihir gibidir Sabahattin Ali.

1940'lı yılların başında yurtdışında bile adından söz ettiren yazarın hakkında daha o dönemlerde makaleler yazılmaya başlanmıştı. Dönemin yazarlarından Reşat Nuri Güntekin, Sabahattin Ali için "Sabahattin Ali kanaatimce son neslin hikayecilerinin en kuvvetlisidir" demiştir. Ancak Sabahattin Ali'nin yaşadığı sıkıntılar kadar ölümü de sıkıntılarla ve soru işaretleriyle doludur. Sabahattin Ali, hakkında açılan davaların aleyhinde seyrettiği bir dönemde Türkiye'den ayrılmak istemiş. Kendisine pasaport verilmeyince önce Suriye sınırından kaçmak istemiş fakat başarılı olamamıştır.

Daha sonra, Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'nden bir tanıdığının vasıtasıyla kaçakçı Ali Ertekin'le tanıştı ve Bulgaristan sınırına geçmek isterken öldürüldü. Kendisine kaçma girişimi için rehberlik eden Ali Ertekin, Sabahattin Ali'yi "milli hislerini tahrik ettiği" gerekçesiyle öldürdüğünü itiraf etti. İdam cezasıyla yargılanmasına karşın dört yılla hüküm giydi,  kısa bir süre sonra serbest kaldı. Fakat bilinen tüm gerçekliklere rağmen işin içinde çok daha karmaşık seneryolar olduğu bilinmektedir. Sabahattin Ali 41 yaşında  hayata gözlerini yummuştu fakat, onun ne fikirlerini öldürebilirdiler ne sözlerini. Hala ondan öğrenebileceklerimiz var olsa da, insanın aklına ya ölmeseydi, neler yazardı acaba diye sorular gelmiyor değil.

Ölümünün çirkinliği beni çok üzer. Sanata değer vermeyen bir toplumun süre gelen zaman diliminde  kayıp giden yıldızından bir tanesidir sadece Sabahattin Ali.

Genç ölmek adetten midir sizde? Diye sorarlar adama! Alıştırıp gitmek de neyin nesidir?

Ya Orhan Veli'ye ne demeli? Sen gel, önyargıları yık, bir devri başlat sonra 36'sında bizi yalnız bırak! Orhan Veli'nin ölümüne inanması zordur. Ölümünden önce Bedri Rahmi Eyüboğlu, Abidin Dino, Necati Cumalı, Sabahattin Eyüboğlu, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet ile beraber "Yaprak" ismindeki dergiyi çıkarıyorlardı. Dergide önemli isimlerin yazıları yer alıyordu. Fakat zaman zaman ortaya çıkan para problemleriyle kendisi ilgileniyordu ve  Orhan Veli dergiye devam edebilmek için paltosunu bile satmak zorunda kalmıştı. Son sayıyı yayınlayabilmek için ise Abidin Dino'nun kendisine hediye ettiği resimleri elden çıkardı.

"Yaprak"la birlikte Orhan Veli'nin şairliğinin yanı sıra fikir adamlığı yönü de ortaya çıkmıştı. Fakat Orhan Veli, Yaprak'ın kapanmasının ardından İstanbul'a geri döndü. Aynı yıl 10 Kasım'da bir haftalığına geldiği Ankara'da belediyenin kazdığı bir çukura düştü ve başından hafifçe yaralandı. İki gün sonra İstanbul'a döndü. 14 Kasım günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçiren şair hastaneye kaldırıldı. Beyinde damar çatlaması yüzünden başlayan rahatsızlığın sebebi doktor tarafından anlaşılamadı ve Kanık'a alkol zehirlenmesi teşhisiyle tedavi uygulandı, ancak beyin kanaması geçirdiği sonradan anlaşıldı. Aynı akşam saat sekizde komaya giren şair gece 23.20'de Cerrahpaşa Hastanesi'nde hayata veda etti. Belki doktor hatası belki hayatı umursamazlığı, lakin...

Yazmak için çırpınan bedenleri kovalayan bir hayat!

Onun ince zekâsı, içten ve gösterişsiz üslubu, kendiyle ve başkalarıyla alay edebilme yeteneği, biraz da serseriliği okuyanlarını hep etkilemiştir. Anlatamıyorum derken bile anlatan bir şairdir! Ağlasam sesimi duyar mısınız, 

Mısralarımda;

Dokunabilir misiniz,

Gözyaşlarıma, ellerinizle? 

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,

Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu

Bu derde düşmeden önce. 

Bir yer var, biliyorum;

Her şeyi söylemek mümkün;

Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;

Anlatamıyorum.

Sait Faik'in "Yazdım ve kurtuldum, yazmasaydım ölecektim" sözünü her okuduğumda, Orhan Veli'nin öldüğünde cebinden çıkan diş fırçasına sarılmış kağıda yazdığı şiir gelir aklıma! Yazma isteğinin nasıl beter bir nöbete dönüştüğünü yazanlar bilir ve her güzel eser bir nöbetle dünyaya doğuverir.

Ya yazmaya devam edebilseydi?

36'sında bizi bırakan bir yazar da, çocukluğumuzda anılarımıza yerleşen Ömer Seyfettin'dir. Bu kısa hayatına sığdırdıkları bize fazlasıyla yetti bile. Sanki bilirmiş de, koca bir ömrü çabucak sığdırmış gibi 36'sına.  Ancak Ömer Seyfettin'in ölümü en hazin olanıdır benim için.

Ömer Seyfettin, Kadıköy yakasında kira evinde, yalnız yaşıyordu. Oturduğu eve, Reşat Nuri, “Münferit Yalı” adını takmıştı. Kaç zamandır yemek yiyemiyordu. Ağrılarla doktora gittiğinde doktorlar ona romatizma tedavisi uyguluyordu. Sağlıklı kalması için de bol bol portakal, mandalina yemesini, üzüm hoşafı içmesini tavsiye ediyorlardı.   Son günlerinde ateşli hastalığı ilerlemiş, adeta kendini kaybetmişti. Onunla ilgilenebilen en yakın arkadaşı Ali Canip’ti. Hemen her gün uğruyor, biraz yemesi için evinden yemek getiriyordu. Kendini kaybetme derecesinde ağırlaşınca, onu bir faytonla Numune Hastanesi’ne götürmüştü. Hastanede yattığı günlerde gözlerini açmadı. Arada bir, “çocuk.. Çocuk…” diye sayıklıyordu. Kim bilir,  belki uzun süredir yüzünü görmediği kızını, belki de memleketini  anımsıyordu. 6 Mart'ta Haydarpaşa Hastanesi'nde inleye inleye son nefesini verdi Ömer Seyfettin.

Vefatından sonra cenazesi kimsesizlerin cenazeleri gibi Haydarpaşa Numune Hastanesi morguna kaldırılmış ve orada görevli Sivaslı bir hademe tarafından karnı yarılarak ve kafası kesilerek otopsisi yapılmıştı. Kadavrasının fotoğrafını ise kütüphane memuru çekmiş, etrafında toplanan tıp fakültesi öğrencileri ilgisiz nazarlarla fotoğrafçıya bakmışlardı. Halbuki önlerinde yatan edebiyatımızın usta kalemlerinden birinin cenazesiydi!

Na yazık ki, ünlü yazarı hastanede tanıyan kimse yoktu. Sanata, sanatçıya değer verilmeyen bir toplumda tanınması mucize sayılırdı!

Fotoğraf gazetelerde yayımlanınca, onu tanıyanlar telaşla hastahaneye koşup, başsız cesedi sahiplenmeye çalıştı. İşin aslı otopsiden sonra ortaya çıkmıştı. Ömer Seyfettin şeker hastasıydı. Doktorlar bilmeden ona verdikleri şeker yüklemesiyle onun hastalığının daha da vahimleşmesine sebep olmuştu. Ve daha nice değerlisi,  sürgünlerle, hastalıklarla, ansız ölümlerle göçtü gitti. Bir çoğu ölümünden seneler sonra değer kazandı, bir çoğu unutulup gitti. Belki de kaderin tüm bu alçak hayat çizgisi, dünya daha fazlasını kaldıramayacağı içindi.

Yazdıkları bile fazlayken bize, yazacakları bizi aşardı besbelli! Belki de onlar, bir  plansızlığın parçası gibiydi daha çok. Hesaba katılmayan birer parçadır onlar benim için.

Düzenin ahengine ters düşen aksak ayaktır her biri. Onları anlayabilmek için aksak ayağın altına sıkıştırılan kağıt parçası olsanız da yetmez!

Ömer Seyfettinin dediği gibi "ölenle ölünmüyor ama yaşanmıyor da!”

Onların  yaşadıklarını düşününce, bu soğuk kış gününde insanın içi bir kez daha üşüyor…

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.