Küçüktüm, çocuktum... Henüz 8-9 yıldır vardım hayatta.
Daha sonra neredeyse, ikinci evim olacak bir doktor muayenehanesinin duvarlarında aşık oldum o derinliklere.
Kulak Burun Boğaz Uzmanı Profesör Doktor İbrahim Hızalan'ın, eskiden Altıparmak'ta, Kütahya Porselen'in üst katlarında olan o muayenehanesine ilk girdiğim günü hala hatırlıyorum. Tedirgindim; bir yılı aşkın süredir uğraştığım, tıptaki adıyla "otitis media", halk dilindeki adıyla "orta kulak iltihabı" isimli hastalığım, daha önce bir ameliyat geçirmiş olmama rağmen tekrar nüksetmiş, ağrılar vs.ler tekrar başlamıştı ve çocuk aklımda bin bir tane soru vardı.Dedim ya, tedirgindim; taa ki içeri girip sıra beklemeye başlayana, duvarları süsleyen sualtı fotoğraflarını görene kadar.
O güne dek belki birçok defa sualtı dünyasına ilişkin belgesel izlemiş, denizle fazlasıyla haşır-neşir olmuş bir çocuk olmama rağmen o fotoğraflara kilitlenmiştim. Sualtındaki sazlıkların, Caretta ile yüzen dalgıcın, mercanların fotoğraflarına vurulmuştum.
Ve muayene esnasında annemin sağlığıma ilişkin sorularını bir kenara bırakıp, 'yaa dışarıdaki fotoğrafları çok beğendim ben' deyiverdim.
"Ben çektim onları" dedi İbrahim Bey. "Profesyonel dalgıcım ben."
"Gerçekten mi???"
Neden o kadar çok şaşırdığıma hala anlam verememekle birlikte, yaşadığım, belgeselleri karşısında bulmuş çocuk şaşkınlığı diye düşünüyorum.
Kulak ağrım da neymiş? Dursun o şimdi bir kenarda. Benim derdim başka.
"Peki ya ben de dalabilir miyim?"
"Büyüyünce olabilir tabii ki, şimdi henüz erken. Hem bakalım sağlığın izin verecek mi?"
"Ne kadar büyünce?.."
Şu an verdiği yanıtı net hatırlamıyorum ama muhtemelen 14 yaşından önce olmaz demiştir.
Sonrasında, normalden uzun süren tedavi süreci... İki kez daha ameliyat... Ve hayal olan sualtı...
Dedim ya, ikinci evim olmuştu artık muayenehane. Her gidişimde gözlerim, Altıparmak'tan Novomed'e taşındığında da varlığını koruyan o fotoğraflarda, aklımsa suyun altındaydı...
Aklım suyun altındaydı da, bünyem-sağlığım su üstünde kalmam gerektiğini söylüyor, hatta emrediyordu.
Toplamda üçüncü kez geçirdiğim 'ventilasyon tüpü' ameliyatının, yani kulağa tüp takma denilen, orta kulağın havalanmasını sağlayan ve işitme kaybını azaltmaya imkan veren tüp takma ameliyatının ardından, İbrahim Bey, değil dalış yapmayı, başımı suyun altına sokmamı dahi yasakladı.
Benim gibi üç aylık yaz tatilinin her gününü denizde geçiren bir çocuk için işkence gibi yıllardı.
"Duş alırken dahi suya dikkat!
Kulağına asla su girmemeli!
Kulağına su kaçtığı anda kontrole gelmelisin...
Bone ile yüzmelisin Aslıcım!"
Bone alnında güneş izi yapıyorsa, pamuk parçasına vazelin sür. Tıpa gibi kullan. Kulak tıpası önermiyorum senin için.
Ve asla ama asla başını suyun içine sokma!"
Diyerek, bana neredeyse ızdırap çektiren ama "mükemmel" kelimesinin az kaldığı bir doktorum vardı benim; 10-15 hatta 20 yaşıma kadar yaşadığım bu kulak sorununu en az sıkıntı yaratacak şekilde geçirmemi sağlayan oydu.
Yazlığa gittiğimizde, o kadar korumama rağmen bir şekilde o su kulağıma girer, ben eve geldiğim gibi telefona yapışırdım:
"İbrahim Bey, şimdi şöyle oldu. Aslında ben çok dikkat ettim ama nasıl olduysa o su yine benim kulağıma girdi. İlla ki Bursa'ya mı gelmem lazım?"
Telefonda hasta muayene edilir mi? Eğer doktor İbrahim Bey, hasta da benim gibi nefes alışını bildiği yıllarıııııınn hastası ise edilir.
"Aslıcım kulağının şu köşesine bastır. Ağrı var mı? Başının şu kenarına şunu yap? Acı var mı?"
Varsa istikamet Novomed, yoksa denizde kaldığın yerden eğlenceye devam olurdu.
Her daim sakin, çocukluğumda benimle çocuk, ergenliğimde benimle birlikte ergen olan İbrahim Bey'in aşık ettiği ve yine kendisinin koyduğu dalış yasağım yaklaşık yirmi yıl sürdü. Hastalığımın geçtiği, periyodik muayenelerimin bittiği gün yine sordum:
"Artık dalışa başlayabilir miyim?"
"Evet sualtı büyülü bir dünya, insan her şeyi unutuyor orada. Ama bir süre daha uzak durmalısın. Artık yüzerken başını suya sokabilirsin, ama basınç...
Anlayacağın dalış yasak Aslıcım... Hatta şöyle söyleyeyim; uçağa bindiğinde (ki yurtdışına çıkmadan önce muayene olup, uçağa binmek için izin almışlığım var) dağa çıktığında, basınçtan kaynaklı kulak tıkanması sende normalden çok daha fazla olur. Hatta hafif bir ağrı bile yapabilir. O yüzden dalış yasak!"
Nefret etmiştim basınç kelimesinden!
Büyük, çok büyük bir hayal kırıklığıydı...
Ve sonrasında, hala ağzı açık ayran budalası gibi izlenen belgeseller...
Görüldüğünde iç çekilen dalış eğitimleri, gezileri vs vs vs...
Tam da bu süreçte tanıştım OASİS kurucuları ve eğitmenleriyle. Öz ablam olsa bu kadar severim dediğim Vildan Kütük vasıtası ile tanıdım Tevfik Şimşek'i, Yunus Altun'u ve OASİS Ailesi'ni... Dalışın bana hala yasak olduğu yıllarda, hem Vildan'ı hem onları her gördüğümde başlarının etini yedim. "Şimdi ben de çok istiyorum ama... Doktor bir süre daha yasak dedi. Yasağım kalktığında şöyle mi olacak? Böyle mi olacak? Suyun altında olmak nasıl bir duygu? Mercanlara dokunabiliyor muyum? Balıklar da benimle yüzecek değil mi?" Ve onlar her anlattığında, askerdeki sevgilisini bekleyen genç kız gibi bekledim sualtı ile tanışacağım günü. Bu arada gittim, ben yapamıyorum ama başkaları yapsın diyerek, 2015 Şubat sayımızda röportaj yaptım, Tevfik Şimşek ve Volkan Karakuş'la...Onlar anlattı sualtını. O mavi dünyayı Lodos okurları için dinliyormuş gibi yaptım, ama aslında sadece kendim için dinledim.
Başkaları için yemek yemek, su içmek kadar sıradan olan dalış benim için bir rüyaydı sadece.
Mavi bir rüya...
***
Ve sonra, yıllar sonra büyük gün geldi.
İbrahim Bey bana hayatımın müjdesini verdi:
"Bu iş bu kadar Aslı'cım. İster dağın tepesine çık, ister denizin dibine in. Artık hepsi serbest."
O izni aldığım gibi olmadı tabii ki sualtı dünyası ile buluşmam.
Önce hayat karmaşası dediğimiz, aslında hayatımızın kendisini yaşatmayan düzende vakit bulmak gerekiyordu. Eğitime, dalışa gitmeye... Hayallere vakit bulmak gerekiyordu yani.
Hayata dair isyanlarımın başıma vurduğu bir an, "ehhh ama! 'işiydi, gücüydü, ihtirası, düşüydü, intikamın gücüydü... Bağlasalar durmam!" diyerek aradım Tevfik Şimşek'i...
"Ben eğitime başlamak istiyorum. Ne zaman geleyim, ne yapayım?
Haftaya salı başlangıç seviyesi eğitimlerimiz başlıyor, gel kaydını yapalım."
Böylece başlamış oldu 'vuslat' sürecim.
Önce teorik eğitimlerim; dalış tarihçesi, sualtı ile ilgili temel bilgiler, dalış teknikleri, dalış ekipmanları, dalış fiziği ve tabii ki dalış sağlığı ve güvenli dalış kuralları...
Veeee "Hazırım ben!" Diyerek, yeniden sadece kendi nefesimi duyduğum anlar...
Yüzerlilik becerileri, BC (dalış denge yeleği) kullanım becerileri... Bunlarda sıkıntı yok. İçinde misafir olduğum dünyanın mükemmeliğinde bir sıkıntı yok. Sadece bende gereksiz bir stres... "Ya yapamıyorsam? Şimdi şunu mu yapacaktım? Ayy acaba yanlış bir şey yapıyor muyum? Aslında kulaklarımda da bir sıkıntı yok. Ama ben gerginim sanki biraz..."
İlk kez suyun metrelerce altında olmanın güzelliği ve keyfinden ziyade aklımdaki deli sorularımla kendime o anları biraz zorlaştırdım ve dalışımı bitirdim. Tekneye çıkıp, ekipmanımı bırakırken iç sesim vurdu yüzüme:
"Böyle hayal etmemiştim ama ben! Olmayacak mı yani şimdi?"
***
Bu arada, iki gün boyunca, tüm dalışlarımda ekipman hazırlama ve sökme acemiliğimde bana yardımcı olan tüm OASİS üyelerine teşekkürü borç bilirim.
Dalışın aslında bir nevi ekip işi olduğu felsefesini öğreterek, buddy check'ten ziyade 'ekip check' yapan tüm dalış arkadaşlarıma da teşekkürlerimle...
İkinci dalış Tevfik Hoca'yla...
Bir önceki dalışta neyi stres yaptığım, neyi yapamadığım... Aynı uyarılar...
"Ben ne olursa olsun yanındayım, evet kulak önemli bir unsur eşitleyemediğin ve ağrı yapacağını hissettiğin anda tabii ki dalışı bitireceğiz! Bu bir keyif sporu. Bizim için her şeyden ama her şeyden önemli olan şey 'sağlık' Fakat söz konusu stres ise hiç gerek yok! Sana ait olmayan dünyada misafirsin ve tabii ki evinden farklı bir düzen... Anlaştık mı?"
Bu kez çok daha hazır hissediyorum kendimi.
Bir, iki, üç...
Yeniden o başka dünyaya açılan kapıdan giriş... Bu kez bambaşka. Bu kez aslında bir önceki dalışta stresten farkına varamadığım maviliğin farkına varış...
Dertlerimi ve 'yapamazsam stresini' (çünkü bunun için hiçbir nedenim yok!) su üstünde bırakınca, tek duyduğum şeyin nefes alıp verişim olduğunu net bir şekilde anladım. Mavi dünyanın büyüsü ve gizemi her şeyi unutmanızı sağlıyormuş meğerse... Yani doğal bir terapiymiş aslında dalış.
Hele bir de 'öğle yemeğinde' misafiri olduğum Caretta ile karşılaştığım an...
Sualtında beni ilk karşılayan o oldu.
Ve her nazik misafir gibi bu görkemli mavi davette ev sahiplerine özenli davranmaya çalışsam da, o anki mutluluğumla karnını doyurma çabasının her saniyesini daha da yakından izlemekten kendimi alamadım.
Ve o Caretta aslında bana öyle bir şey yaptı ki...
Kendi öğle yemeği ile birlikte benim de bütün stresimi silip süpürdü.
Pazar günü... 3. ve 4. dalışlarım... Bu kez daha da hevesli, daha ne yapacağını bilir hali...
Yeniden, aniden tüm seslerin kesilmesi...
Ve o dört dalışta öğrendim ki;
Sadece kendi nefesinle büyülü bir yolculuğa çıktığında, su altında nefes alıp vermeye başlamanla birlikte tüm dertlerin bir anda yok oluyor, tüm problemlerini unutuyorsun.
Öğrendim ki;
Her şeyden öte, mutluluğu fark edebiliyormuşsun. Mesleğini, işini, aşkını, günü-tarihi-saati, her şeyi unutup, mutluluğu görüyormuşsun.
Hiçbir şeyin umurunda olmadığı, (bilinçli bir umursamazlık değil ama bu, yani "dur ben şimdi hiçbir şey düşünmeyeceğim!" demeden) sana ait olmayan ama büyüleyici ve kucaklayıcı masmavi bir derinlikte; 'Başka bir dünyanın mümkün' olduğunu fark ederek, kendi dünyan aklına bile gelmiyormuş.
Ve o dünyanın ev sahibi sen değilsin... Sen sadece misafirsin... Seni görkemli bir şölenle karşılayan balıklar, mercanlar, carettalar ve daha onlarca canlı... Mavi'nin her tonu güzeldir ama denizin altında o her tona ayrı ayrı bir kez daha aşık oluyorsun.
Öğrendim ki;
Dalış demek, mavi sonsuzlukta kendini kaybetmekmiş. Dalış demek, kendini gizemli boşluğa bırakırken aslında huzurun ortasına bırakmakmış.
İşte tüm bu mutluluk için, tüm bu gerçek huzur için "artık ben de varım! Merhaba OASİS Ailesi!" Diyorum. Ve teşekkür ediyorum; Tevfik'e, Utku'ya, Yunus'a, tüm OASİS Ailesi'ne... Sabırları, anlayışları ve profesyonellikleri için...
Tabii ki teşekkürümün en büyüğü, o muayenehane duvarındaki fotoğraflarla, beni bu spora daha başlamadan aşık eden Prof. Dr. İbrahim Hızalan'a...
Şimdi sıra, "motorları maviliklere sürmeye devam edeceğimiz", yeniden "Merhaba mavi!" diyeceğimiz günlerde...