Hava Durumu

Hakiki Tosun Paşa Benim Sayın Faruk Çelik!

Düşünebiliyor musunuz... Kenti, toplumu, yeşili, doğayı kayırmayı bırakıp, (misal) müteahhit patronunun betonlarını öven gazeteciler olsun... Gazeteciliği kamu yararına değil de, müteahhit  yararına yapsın! Mümkün mü? Değil elbet. İşte o yüzden yerel yönetimler, kamu yararını gözeten gazete ve gazetecilere mutlaka destek vermelidir.

Haber Giriş Tarihi: 03.12.2022 00:28
Haber Güncellenme Tarihi: 03.12.2022 01:41
Kaynak: Haber Merkezi
https://www.lodoshaber.com
Hakiki Tosun Paşa Benim Sayın Faruk Çelik!

Bursa siyasi kamuoyu bir süredir AK Partili eski Bakan ve Bursa eski Milletvekili Faruk Çelik'e kilitlendi. (Sanırım, bendenizin de kısmi payı oldu bu kilitlenme işinde...)
Ve nicedir sessiz kalan Faruk Çelik, geçtiğimiz gün (epey de geniş katılımlı) bir basın toplantısı düzenleyerek, "ne istiyorsanız sorun" dedi-demiş-arkadaşlar o şekilde aktardı.
Çelik'in basın toplantısı düzenlediği saatlerde İstanbul'da martıları doyurmakla meşguldüm. Dolayısıyla katılamadım.
Ancak, keşke katılabilseymişim.
Keşke orada olabilseydim. Zira aktarılanlar, betimlenen ortam, izlediklerim, işittiklerim ve elbette okuduklarım karşısında şaşkınım, üzgünüm, bıkkın ve de yılgınım. 

Çünkü:
(Bu yazı, epey bi uzaktan okunan gazel hesabı oluyor. Lakin, şartlar böyle. Taraflar kabul buyursunlar lütfen.) O toplantıya katılan arkadaşlar der ki:
"Faruk Çelik açıklamasında neredeyse on dakikaya yakın bir şekilde, 'besleme basın' ifadesi üzerinde durdu. (Bir kısım) Gazeteciler için üzerine basa basa "besleme" dedi. Ne kadar üzücü oysa... Çok kırıcı hatta. O kadar da değil yani."
Vah vah...
Demek çok üzücü?

- E, Faruk Çelik bu ifadeyi kullanırken gazeteciler ne yaptı?
- Hiiiiççç. Oturduk dinledik. O an kimse bir şey demedi. 
- Hımmm...

***
İşte bütün mesele burada. 
Her ne konumda, her ne önemde olursa olsun...
Bir siyasetçi, o toplantıya katılan gazetecilerin huzurunda defalarca "besleme basın" ifadesini kullanıyor. Ortamdaki gazetecilerden biri dahi...
"Sayın Çelik...
Sayın Bakan...
Sayın Bakanım...
Ve hatta, kıymetli Bakanım...  
(Bari en azından) "Çok önemli ve meşakkatli bir meslek olan gazetecilik, bu ifadeleriniz karşısında yara alıyor. İtibar kaybediyor! Ve bu ifadeleri dinlemek de bana-bize zul geliyor!"
Dahi demiyor.
Sayın Bakan, esmiş gürlemiş.
Sayın Bakan, (bir nevi) saydırmış. Gazeteciler de, gıkını dahi çıkarmamış.
En iyi ihtimalle, "genelleme yapmak yerine, nete getirin, bu beslemeler kimdir?" Bile dememiş.
Sonrasında, bik bik bik...

Geçmiş olsun arkadaşlar... İşitilen işitilmiş. Toplantı bitmiş. İş işten geçmiş. Bu saatten sonra gıyabında eleştirmeyin kimseyi.
Bu şartlar altında, vazgeçtim girişteki "keşke"den. İyi ki yoktum Bursa'da. İyi ki, o toplantıya katılmadım.
Zira, ben maraza çıkarırdım!
"Ya isim verin. Bu ağır ifadeyi kime ve neye istinaden kullandığınızı nete getirin. Ya da, bu koşullar altında, mesleğimin itibarsızlaştığı bu ortamda kalmam kabil değil" Diyerek toplantıyı terk ederdim.
İmkan yok, kalıp da kuzu kuzu dinleyenlerden olamazdım. 
Eşyanın tabiatına da aykırı, hayatın olağan akışına da...
Netekim, "Sayın Bakan'la zerre kadar ilgisi olmayan, hatta Sayın Bakan'ın hiç işinin olamayacağı..."
Ve fakat, Sayın Bakan'ın müzmin fanlarının buluştuğu medya kuruluşunda yer alan en fanatik isim aynen şöyle yazmış:
(Faruk Çelik) "Besleme basın diye nitelediği, 'Al parayı yaz' diye açıkça suçladığı, Büyükşehir Belediyesi'nden nemalananları hedefe koydu önce!"

***
Ne şimdi bu?
Bu ne çapsız suçlama!?!
Ne münasebet hatta!

***
Anlatalım. Anlatmaya çalışırken de, istirham ederim, az sonra yaklaşık olarak tasvir edeceğim ortamı gözünüzde canlandırmaya çalışın,
Şimdi Sayın Bakan, toplantının ilgili bölümünde, biricik kaleminin de ifade buyurduğu üzre, bazı gazetecileri hedefe koymuş.
Ya...
İstisnaları elbette tenzih ederekten devam edeyim.  Tam da o an, ortamdaki gazeteciler iki ana gruba ayrılmış kanımca.
Birinci grupta:
Kasabadaki tek Arçelik bayinin had hudud bilmez, ağzı bozuk, şımarık ve toraman oğlu minvalinde olanlar var. (O sahaya daha  baştan galip çıkmış gammazcılar.)
Canlandırmaya devam edelim...
Faaraza akşam olmuş, kasabadaki tek Arçelik bayinin sahibi olan güçlü ve yetkin baba işten çıkıp gelmiş. Yetenekleri sınırlı ve sinsi oğlunu oyunlarına almak istemeyen, mahallenin orta halli ve hatta gariban çocuklarına kızıyor.
Dezenformasyonla doldurulmuş Baba, mahallenin orta halli çocuklarına kızdıkça, konfor alanı emperyalce şaha kalkan toraman şişiniyor! Daha da şımarıyor. Kaşıyla gözüyle, "nasılmııııııışşş?" Türünden kibirli mimikler yapıyor, asla onlar gibi top oynayamadığı arkadaşlarına...
Toromanın gammazladığı deplasmandaki çocuklara kal gelmiş bi kere!
Ne itiraz edebiliyorlar. Ne vaziyetin doğrusunu anlatabiliyorlar. Ne itiraz edebiliyorlar. Ne de haklarını arayabiliyorlar.
İçlerinden biri bile çıkıp, kasabadaki tek beyaz eşya mağazasının sahibi olan, yeterince zengin ve yetkin falanca amcaya, "senin oğlun da, oyunlarda hile yapıyor. Ha bire faul yapıyor. İtiraz edince de ağzını bozuyor!" Diyemiyor.
Zira, yazılı olmayan kurallar devreye giriyor.
Bu toplumda, en küçüğünden, en büyüğüne kadar herkesin bildiği, tüm mahallelere egemen olan, egemen kurallar...

***
Oysa Sayın Bakan...
Evet... Top Arçelik Bayi sahibinin nezaketsiz ve mızıkçı oğluna ait. Hatta, saha bile o gammazcının.
Lakin, her mahallenin bir de delisi vardır.
Belki sonucu kendisi açısından vahim olur. Belki daimi bedel öder.
Ve fakat...
Hiç bir şartta, susmaz, salağa yatmaz, kıvırmaz, mızıldamaz, dalkavukluk etmeden doğruyu söyler.
Dolayısıyla, o çok sevdiğim replik gelsin:
"Hakiki Tosun Paşa benim..."

O vakit başlıyoruz...
Basın toplantınızdan bir süre önce Bursa siyasi kulislerine yayılan, "Faruk Çelik, Reis'le arayı düzelltti. Reis Çelik'e yeşil ışık yakmış. Bundan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacakmış. Bursa'da kartlar Faruk Bey'in ağırlığı altında yeniden karılacakmış!" Türünden söylemler benim üzerimde pek bir etki oluşturmuyor. (Yalnız, pek çok arkadaş üzerinde sağlam bir tesir bıraktığını müşahede etmiş bulunuyorum.) 
Bakın o da şöyle  ki:
Şayet öyle ise ne mutlu size... Ne mutlu AK Parti Bursa Teşkilatlarına... Ne mutlu tabana, seçmene...
Çok sevindim. Allah bozmasın.

Ama bu kadar. 

Olumlu hiç bir gelişmeden rahatsızlık duymayacağım gibi, buradan kendime yılışık işi bir strateji falan da çıkarmam. 
Sizin partiniz, sizin ilişkileriniz, sizin işleriniz. Umarım Bursa için iyi olur. O kadar. 
Piyasaya birileri, "Bakan'la Reis'in arası açıkmış. Üzeri de fena halde çizilmiş!" Derken, size karşı bakış açım neyse...
Şimdilerde, "yeşil ışık" yakıldığı belirtilen haliniz arasında bir fark yok benim için. 

Hatta, var!
Hakkınız yense, haksızlığa uğrasanız... Ya da siyasi nezaketsizlik düşse payınıza...
Benim ilgi alanımda olurdunuz bariz şekilde.

Ama, (arkadaşların hatırı sayılır bölümünü etkileyen) "Reis'ten yeşil ışık almış, güçlü ve yetkin ve cabbar Faruk Çelik" benim için, bir gazetecinin epey mesafeli durması gereken bir karakterdir.
Anlayacağınız, bizde işler ters orantı üzerine kurulu. Kısa çöpün yanında yer almayı seviyorum ben. 

***
Dedik ve döndük en temel itirazıma...
Gazetecilik zor meslektir. Hem de çok zor bir meslektir. Ve öyle herkeslerin de harcı değildir.
Ve elbette, içimizde, aramızda bizlerin de tahammül edemediği, evlat olsa sevilmeyecek cinsten insanlar da vardır.
Güce tapanlar vardır. Yapış yapış dalkavuklar vardır. Methiye düzücüler vardır. Ağzı bozuklar vardır, İftira atmayı gazetecilik zanneden perişanlar vardır. İtibar suikastı düzenleyenler vardır. 

Alayını saymaya kalksam, içinizdeki şarkı biter. (Bakın mesela, bizler son nakarattaki uzatmaları oynuyoruz bir yandan da direnirken...)
Madem ki, geçmişteki toplantılarınızın teması-adı "atış serbest" imiş. 
Bu yazı serisinin de fikir babası siz olun. (Diyecek, anlatacak çok şey var. Bir yazıya sığmaz... Mecbur tefrika yapıcaz.) 
Bendeniz de, elimden geldiğince serbest sitilde aktarayım.
Ama önce bir konuda anlaşalım. Gazetecilik kamu yararına yapılan saygın bir meslektir. Besleme gazeteci olmaz. Beslemeden gazeteci olmaz. 
Önce, mesleğimizi bi kurtaralım. Bunu yaparken de konuya da  (İktisat biliminden hareketle) açıklık getirelim.

Şöyle ki:
Şu hayatta şayet miras yedi değilseniz, rantiye yaşamıyorsanız, bir şekilde para kazanmanız gereklidir. (Hırsız, arsız tayfayı zaten kapsama alanı dışına ittik.)
Bu durumda da, ya emeğinizi satarsınız, ya da ürününüzü. (İşçi ve tacir aşamasındayız.)
Bu iktisadi koşulları gazeteciliğe uyarlayalım.
Ya muhabir olur, haber yapar, fotoğraf çeker, falan eder emeğinizi satarsınız ve karşılığında bir maaş alırsınız.
Ya, yazı yazar, röportaj yapar, program falan yapar... Yani emeğinizi satar ve karşılığında para kazanırsınız.
Kime satarsınız bu emeği?
Patrona, yani sermayeye.

Misal...
İki gözünüzün çiçeği Yüksel Baysal da hayatını, patronuna emeğini satarak idame ettirmektedir.  
Ve bunda da kötü-fena bir şey yoktur. 
Netekim, En Bursa'nın Genel Yayın Yönetmeni Cennet Cankılıç da emeğini satarak hayatını idame ettiren bir gazetecidir.
Ancak, Cennet'in şöyle de bir farkı-artısı vardır. Cennet, hem patronuna emeğini satmaktadır. Hem de kendisine ait olan internet haber sitesinde yer alan, ki ürün odur. Banner alanlarını satmaktadır. (Tıpkı benim gibi, tıpkı pek çoğumuz gibi.)
Örnekleri, bilhassa En Bursa'dan veriyor olmamın arkasında art niyet aranmasın lütfen. Ben sadece, Sayın Bakan'dan istirham ettiğim empati ve sempati sürecine mihmandarlık yapmaya çalışıyorum. 

Pekii...
Faraza Cennet Cankılıç, ürünü olan internet haber sitesindeki banner alanlarını ekseriyetle hangi kurumlara satmaktadır?
Elbette belediyelere...
(Ve bunda en ufak bir yanlışlık, en ufak bir ayıplı durum yoktur.)
Hal böyleyken, içimizden herhangi biri çıkıp Cennet'e, "Sen niye emeğini bir patrona, iktisadi ürünün olan haber sitendeki banner alanlarını da belediyelere satıyorsun?" Diyebilir mi?..
Asla!

Zira Cennet de, tıpkı diğer gazeteciler gibi, hayatta kalabilmek için olmazsa olmaz şart olan ihtiyaçlarını karşılayabilmek amacıylaç para kazanmak zorundadır. 
Zira Cennet de, bir bitki gibi fotosentez yapamaz. Dolayısıyla beslenmek zorundadır. Yetmez. Barınmak zorundadır. O da yetmez. Isınmak zorundadır. 
Ve daha bir sürü ihtiyaç...

***
Toparlamaya çalışırsak...
Totalde her iki arkadaşımız da, fikir işçileri olmaları hasebiyle, fikirlerini, bakış açılarını satmaktadır. 
Bence buraya kadar, kazasız belasız gayet güzel geldik.
Şimdi biraz farazi gidelim.
Diyelim ki, Yüksel Baysal ya da Cennet Cankılıç'ın patrona sattıkları emekleri olan fikir yazılarından rahatsızlık duyan siyasiler olsun. 
Hatta o siyasiler, epey bi rahatsız oluyor olsun.
Hatta ve hatta, o fikir ürünleriyle kendilerine çok ciddi ve büyük haksızlıklar yapıldığına inanan bir ya da bir kaç siyasi olsun.
Ve bir basın toplantısı düzenleyerek rahatsızlıklarını dile getirmeye karar versinler.
Faraza ben de, o basın toplantısına katılmış olayım. 
O arızayı yine çıkarırım. Çünkü emeğe ve mesleğime olan saygımı kaybedersem, benim tüm hikayem yalan olur. 

***
Hasılı...
Emek ya da ürün satmak, ahlaklı ve ilkeli süreçlerdir. 
Ve hiç kimse, bu süreçlerin içerisinde yer aldığı için hakarete uğrayamaz, ötekileştirilemez, mimlenemez.
Oysa...
Sizinle bir ilgileri olmadığı halde, hususi toplama yapılmışcasına sizin müzmin fanatiklerinizin yer aldığı bağzı basın organında yer alan kalemlerin ifadelerinde, bizler defalarca hakarete uğradık. 
Besleme olduk, trol olduk, satılık olduk. Elinin körü olduk...

Düşünsenize...
Onların tüm iktisadi süreçleri muteberdi, tertemizdi. Namzetti.
Hatta, bir nevi ibadet ayarında tapılasıydı! 
Gel gelelim biz diğerlerininki, hep yerin en dibiydi! Ayıplıydı, utanılasıydı. 
Onlarınki emekti, meslekti, hakikatti. Bizlerinki, zebil ziyandı!

***
Hayrola arkadaşlar...
Siz kimsiniz?..
Hadi bizler, sizlerin özel durumunuzun ürettiği sanrılara karşı bir şekilde şerbetlendik nicedir.
...De, Sayın Bakan'ı niye bu paradoksa inandırmaya çalışıyorsunuz?
Yahu, ayıp değil mi?

İnsan hiç utanmaz mı, kasabadaki tek Arçelik Bayi'nin imtiyazlı oğlu gibi davranırken?
"Al parayı yaz! Diye açıkça suçladığı Büyükşehir Belediyesi'nden nemalananları hedefe koydu" ysanız eğer gerçekten o basın toplantısında... ( İki gözünüzün çiçeğinin kasıtla ifade buyurduğu gibi...) şiddetle reddediyorum bu yaklaşımı. 
Basın mesleği Bursa'da yeterince yara aldı. Fazlasıyla itibar kaybetti. 
Ve gerçek basın emekçileri hiç hak etmediği kadar örselendi. 
Kafidir...

***
Umarım ki, "yeni süreçte eskisinden daha yetkin olmuş, gücünüze güç katmışsınızdır."
Aksi halde, eski siyasi gücünde olmayan bir kişiye karşı böylesine efelenmek racona ters olur.  Bense racona ters işleri hiç sevmem.
Bu ilk yazı, bir ömür tükettiğim gazetecilik mesleğinin itibarı adına bir mücadele kapsamında ele alınsın. Kayıtlara öyle geçsin.

Ve evet...
Tıpkı sizin de basın toplantısında üzerine basa basa vurguladığınız gibi, yerel yönetimler yerel basını desteklemelidir.
Daha önce de yazdım. Gelişmiş demokrasilerde böyle yol alınır.
Çünkü şundan:
Gelişmiş demokrasilerde gayet iyi bilinir ki, gazetecilik, yalnızca ve yalnızca kamu-halk-toplum yararına yapılan-yapılması gereken bir meslektir.  
İşte bu yüzden desteklenir basın. Ayakta kalabilsinler, varlıklarını sürdürebilsinler ki, kamu-kent yararı gözeterek yayın yapabilsinler...
Aksi halde, yani bu destek olmasza, basın (evlerden ırak) sermaye ya da çıkar gruplarının eline-ağına düşer!
Zira herkesler de bilir ki, bu minvaldeki basın kuruluşları, artık kent ya da kamu yararını değil, patronun, sermayenin yararını gözetmek zorunda kalır!
Düşünebiliyor musunuz...
Kenti, toplumu, yeşili, doğayı kayırmayı bırakıp, (misal) müteahhit patronunun betonlarını öven gazeteciler olsun...
Gazeteciliği kamu yararına değil de, müteahhit  yararına yapsın!
Mümkün mü?
Değil elbet.
İşte o yüzden size yüzde yüz katılıyorum. Yerel yönetimler, kamu yararını gözeten gazete ve gazetecilere mutlaka destek vermelidir.


Yazarın notu 1:
Bir sonraki yazıya bıraktığımız konulardan ilki, Faruk Çelik'in, Kestel Alaçam'daki evi olsun. Fotoğrafını gördüğüm yapı asla bir malikane değildir. Şato hiç değildir. (Yıkılmasına vesile olduğum için malikane ya da ŞATO nedir bilirim.) 
Konunun detayları bir sonraki yazıya kalsın. Lakin, bir beton düşmanı olarak şunu rahatlıkla diyebilirim ki, Sayın Bakan da betonu hiç sevmiyor. Zira, "nefes-soluk almak için yaptım" dediği "bağ evi" baştan aşağı ahşaptan ibaret... 
Sağlıkla oturun. Rab'bim daha çok versin. Size daha çok verirken, betona gömülmüş bizleri de bir nebze kayırsın inşallah. Amin... 


 Yazarın notu 2:
Sayın Bakan, basın toplantısında Mustafa Bozbey konusunda da açıklama yapmış.
"Toplasan üç ya da dört kere görmüşümdür, rastlayınca konuşmuşumdur. Ankara'ya gelince dinlemişimdir" demiş.
Şahsen bu konudaki eleştirilerin çoğunluğu bana ait olduğundan ve ben de kaçak güreşmeyi hiç sevmediğimden, vurgulamak farz oldu.
Ben de dahil hiç kimse, hiç bir gazeteci, herhangi bir siyasetçinin kiminle görüşeceğine, kiminle konuşacağına, kiminle rastlaşacağına karışamaz.
Kime ne?
Ne hadle?
Benim eleştirim, seçim zamanına ilişkin. Siyasi yarışa dair... 
Ki, bu mevzuyu da bir sonraki yazıda detaylandırmak umuduyla diyeyim... 


Yazarın notu 3:
Bizim piyasaya dadananlar arasında İsviçre çakısı ayarında bi arkadaş var. Bir  bakıyorsun turculuk yapıyor. Eşi, dostu falan toplayıp yurtdışına tartışmalı geziler düzenliyor.
Bir bakıyorsun, programcılık yapıyor. Bir bakıyorsun, gazeteciyim diye geziyor. Bir bakıyorsun, mitili İYİ Parti'ye serip, İYİ Parti'nin seçim bir şeysi oluyor. 
Bazen de mitili gazetecilik derneklerine serip, kira, fatura gibi dertlerden yırtıyor!
Öyle mahir bir arkadaş ki, elinden her iş geliyor. Yalnız, değişmeyen tek bir yönü var ki, baharın-yaz ın müjdecisi bizim Yaren Leylek gibi... Bu arkadaş, ortamlara damlayınca anlıyoruz ki, seçim zamanı gelmiş.
Şimdi bu çok yönlü çakı, Faruk Çelik'in basın toplantısında benden bahis açıldığında, (suç üstü yapmış insanların vakarıyla ve de ihbarda bulunur bir edayla) "O HDP'li!" demiş!
Değilim kıymetli Ömer... 
Hiç olmadım. (Kaldı ki, bana göre gazeteci, bir siyasi partiye değil üye olmak, kenarından köşesinden angaje daha olmamalı.) 
Ama bak, sol bir parti olur, oluyor, olacak umuduyla 2015 Seçimi'nde bayıla bayıla, göstere göstere oy verdim HDP'ye. Tıpkı Bağdat Caddesi seçmeni gibi, tıpkı Bademli seçmeni gibi... Bak, bu de la creme tayfayı sen seversin diye yazdım. Arkamdan gıybet edeceğine kıymet bil.
İlaveten... Tıpkı, o güne kadar oy verecek sol parti bulamayan milyonlarca insan gibi... Hatta, besmeleyle, dualar falan ederek oy verdim. Hatta, HDP o seçimde yüzde 13'ün üzerinde oy alınca, (bu fasıl aramızda kalsın yalnız) mutluluktan göbek attım, evdekilerin ürkek bakışları arasında. 
Şöyle düşün kıymetli Ömer... Ahir ömrümde kullandığım hiçbir oyu seçim ekranlarında göremeyenlerdenim ben. Hani, açılan sandık, geçerli oy falan olur  ya... Allah bilir sen hep, en baba dilimdekine oy vermiş, seçim sonuçlarını da şişine şişine takip etmişsindir. Biz hiç öyle olamadık. Bizimki hep, "ötekiler" klasmanında kalır. En minnağından dilimde bile yer almazdı. Ve sen ve senin gibiler şişinirken, biz her seçim akşamı naçar kalırdık...
Hah... İşte ilk kez 2015 Seçimi'nde öyle olmadı verdiğimiz oy. Ekranda göründü. Umutlandık. Buldumcuk olduk!
Ama o kadar... Umudumuz kursağımızda kaldı. 
Bir gün Selahattin Demirtaş çıktı ve dedi ki, "Biz PKK'yı terör örgütü olarak görmüyoruz!"
Ve bitti...
Ama sen ve senin gibilerden korktuğumdan falan değil. Ya da, birilerinin nezdinde nizami bir tip  olmak için hiç değil. Umudu yerle yeksan olarak. Sap gibi kalarak bitti.
Seçime kadar giden süreçte (düşün ki) Ahmet Hakan'ın dahi programına çıkarak saz çalan bir Selahattin Demirtaş vardı. 
Derken, bir süre sonra, PKK'yı terör örgütü olarak görmediğini açıklayan bir Demiştaş'a dönüştü. Hatta, o açıklamadan çok kısa bir süre sonra, sosyal medyada paylaşım yaptım. "HDP Benim için bitmiştir!"Diye... Vardır sizin ekibin arşivinde. İste çıkarıp versinler.
Ve fakat, asıl sen bu seçimde ne yana döneceksin? Şayet geçmişte olduğu gibi, İYİ Parti kontenjanından Millet İttifakı saflarında topa gireceksen, HDP bu kez bakanlık istiyor açıktan... 
Bakalım ne yapacaksın?..

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.