Hava Durumu

Tüm tutunamayanların yolu açık olsun

Yazının Giriş Tarihi: 27.02.2016 15:56
Yazının Güncellenme Tarihi: 27.02.2016 15:56
Üniversite'nin ikinci yılı mıydı, yoksa üç müydü? Orasını tam hatırlayamıyorum.

Net olan tek şey, Türk solunun, üniversite gençliğine düşen payında, şayet ana-baba parasıyla rahat rahat okuyorsan, zerre kadar kifayetinin olmadığı!



[dropcap type="3"]İ[/dropcap]şte bu hazin gerçekten hareketle, içimizde (bizim okul) iletişim fakültesi ve hukuk fakültesinde okuyanların da olduğu sekiz-on kadar arkadaş bir araya gelip, Taksim Meydanı'nın orta yerinde, yaklaşan yılbaşı için tebrik kartı satmaya karar verdik.

Bizden daha büyük ve daha solcu olanlar, demir stant işini halletti. Yine toptancıdan veresiye kart alma işini de onlar çözdü.

Yer için başvuru yaptık mı? Yoksa diğer herkes gibi korsan mıydık? İşte onu da hatırlayamıyorum.

Aralık ayının, insanın içine işleyen en karlı, en İstanbul soğuğu günlerden birinde, Taksim'in orta yerinde açtık standımızı.

Madem öyle!

Biz de kendi paramızı kendimiz kazanırız.

Hepimiz farklı okul ya da sınıflarda olduğumuz için dönüşümü ayarlamak da kolaydı.

Çok mühim dersi ya da sınavı olan okuluna gidiyor, onlar gelene kadar diğerleri bekliyor. Sonra onlar gidiyor, diğerleri bekliyor.

Şu satırları yazarken dahi istemsiz gelen titremeden de çok iyi hatırladığım üzere, donma pahasına kart satışı yapıyoruz! (Yalanımı seveyim.)

İşin aslına bakacak olursak, pomponlu Noel Anne şapkasıyla epey bi açık sacık poz vermiş olan Sibel Can'lı ya da Hülya Avşar'lı kartları peynir ekmek gibi satan rakiplerimizin yanında, Che'ler, Deniz Gezmiş'ler, Mahir Çayan'larla doldurduğumuz stant, masrafını dahi karşılamaktan uzak. Donduğumuzla kalıyoruz!

Bizim stanttan, yalnızca yine bizim minvaldeki üniversite öğrencileri kart alıyor, o da tek tük. Diğer tüm rakipler, gözümüzün önünde her fırsatta tomarla para sayıyor!

İlk bir kaç günün ardından, standtları her akşam bıraktığımız depoya götürdükten sonra kriz masası toplandı.

İlk ve en büyük feryat, işin daha ağır olan yükünü üstlenmiş olan, karşı cins ekip arkadaşlarından geldi:

"Böyle iş olmaz kardeşim! Astarı yüzünden pahalı! Madem ki para kazanmak istiyoruz, o zaman diğerleri ne satıyorsa biz de o kartlardan koyacağız standa!"

Felaket bir kavganın ardından, "ölürüz de, ...kler gibi açık saçık kadın kartı satarak para kazanmayız!" Diyen bizim defans ilk raundu kazandı.

Verebileceğimiz yegane taviz belliydi.

"Tamam... Madem yeni yıl kartı satıyoruz. O zaman devrimci kartların yanı sıra, üzerleri simli, pullu, afili, Noel Babalı, geyikli, kızaklı kartlar da alalım toptancıdan."

Homurdana homurdana kabul ettiler dediğimizi. Gidildi, envai çeşit, simli, pullu, Noel Babalı, çamlı ve de çanlı kart alınıp konuldu standa.

İlk bir kaç gün, Allah için iyi gitti. Çocuklu aileler, açık saçık kartlarla dolu rakip stantların yüzüne dahi bakmadan bizden yaptı alışverişi.

Stant başındaki üniversite öğrencisi görünümümüz de işe yarıyordu.

"Ah yavrummm... Siz hem okuyup, hem de çalışıyor musunuz bu karda kışta?"

Çoğu kez soğuktan kimselere şirinlik yapacak halimiz kalmadığına göre, demek o donmuş, hatta buz kesmiş vaziyetimiz dokunaklı geliyordu bilhassa kadınlara ve annelere...

Bir hafta falan işler harbiden iyi gitti.

Stantların ve toptancının paralarının bir kısmı ödendi. Geriye kalan üç kuruş aramızda pay edildi. Olsun. O bile nasıl güzel, nasıl kıymetliydi.

Ancak, bir yere kadar.

Diğer hafta, aynı haksız rekabet, aynı dert, aynı kavgalar daha akut boyutuyla karşımızdaydı.

Yine toplandı kriz masası. Yine yüksek perdeden tartışmalar...

Yine ısrar, yine reddediş!

En nihayetinde, "o vakit, giyinik olacak bütün kadınlar!!!" Diye rest çekerek, standa "artis" kartı  konulmasına şartlı izin verdi kız grubu.

Ve özellikle hafta sonu nöbetlerinde aldı başına belayı!  İzne çıkan ne kadar er ve erbaş varsa bizim standın önünde kuyruk...

Sadece seçip alsalar yine bir derece! En az beşer dakika bakıyorlar her birine.  O mu daha şöyle, bu mu daha böyle? Diye yorumlar da eklenince, zıvanadan çıktık.

"Yerim solunu da, emeğini de, bilmem nesini de! İşi bırakıyoruz!!!"

İşte her şey, o resti çekmemizin ardından yaşadığımız konforla başladı.

Kız girişimciler olarak çok daha esnek zamanlarda gelmeye başladık standın başına.

Canımız isterse, ortam güzelse, müşteri profili işimize gelirse...

Geldiğimizde de geyiğe vurur olduk işi: "Çok bilenler çalışsın!"

Çalıştılar da Allah için. Yeni yıla doğru onlar çalıştı, biz Taksim Meyda'nında kartopu oynadık. Onlar çalıştı, biz sohbet ettik. Onlar çalıştı, biz gizlice Taksim Mc Donalds'a gidip hamburgerleri mideye indirdik.

***

Şımarık işi bir deneyim miydi?..

İyi mi yaptık, boşuna mı uğraştık? Pek bilemedik aslında.

Yeni yıl gelip işimiz bittiğinde, borçlarımızı ödedikten sonra elimize kalan paraya bakarsak, "ne gerek vardı?"

Ama hatun kartı almaya geldiği halde, sırf yüzümüzdeki aşağılayıcı ifadeyi görünce durumu çevirip, Deniz Gezmiş'in fotoğrafının basılı olduğu kartı almak zorunda kalan nicelerini düşündüğümüzde, fevkalade büyük bir hizmet etmiştik Türk soluna!

CZogP6SWcAE3SUN

İşte o döneme tekabül ediyordu Ergüder Yoldaş'ın, "size de, dayattığınız hayata da, içine ettiğiniz bu şehire de!" Deyip gidişi...

Rüştünü ispatlamış (!) gençler olarak, onu anlamaya çalışmak, sevmek ve merak etmek hakkımızdı.

Ergüder Yoldaş hakkında çıkan, yalan yanlış da olsa tüm haberleri okuyorduk.

"Vay be... Adam gitmiş harbiden! Hiç arkasına bakmadan, öylece basıp gitmiş."

Büyükada'ya her gidişimizde onu arar olmuştuk. Öyle sinsice, rahatsız etmek için değil tabi. Asla değil.

Bizler henüz yolun o kadar başındayken, hayata tutunmak için çabalarken, giden bir insanı görmek istiyorduk yalnızca.

Gitmeyi anlamıştık da, giden nasıl bir şeydi?

İşte onu bilmiyorduk.

Şimdinin sonuçlarının hiç biri yok tabi o zamanlar. Sadece, yanıtı büyük bir merakla beklenen kavak yeli yemiş sorular var.

"Abi... Düşünsenize, adam sisteme tepki olsun diye gitti!"

Onca zaman, üç kuruş para için, donma pahasına Taksim Meydanı'nın orta yerinde kart satarak, kendi paramızı kazandığımıza göre, sistemi sorgulamak da en tabi hakkımızdı, sisteme nanik yaparak gideni kavramaya çalışmak da...

Bir keresinde, Ada'da yine onu ararken kulübesini görmüştük.

Aslında kulübe de değil, naylonlarla çevrelenmiş, derme çatmanın da ötesinde, derilmemiş, çatılmamış bir yer, bir şey...

Uzun zaman beklediğimizi hatırlıyorum.

Gelmedi.

Düşünüyorum da, ne salaklık...

Ergüder Yoldaş, adanın kalabalık zamanlarında, bizim gibi saçma sapan tipler rahatsız etmesin diye, gittiği yerden de gidiyordu.

Ama dedim ya, biz o zamanlar gitmenin ne demek olduğunu hiç bilmiyorduk.

***

erguder-yoldas-hayatini-kaybetti-107375-1

O günlerde hiç bir şey anlamadık ama, Ergüder Yoldaş'ın gidişiyle başladı bendeki bu gitme saplantısı.

Bırakıp gitmelere sevdalanışım...

Hep bi gidesimin oluşu...

Bu durumun yıllar geçtikçe daha büyük bir haslet halini alışı...

Artık gitmek sadakatse, kalmak ihanettir! Cümlesini şiar edinişim...

Gidemeyişim...

Gidemedikçe daha çok gitmeyi isteyişim.

***

erguder-yoldas-cop-adam-oldu-kimdir-jpg

Yıllar sonra bir röportajında okumuştum.

Kendisini oradan kurtarmak (!) için her seferinde, çok ciddi mücadeleler veren ablası, inanılmaz bir kış günü yeniden soruyor Ergüder Yoldaş'a:

"Gelip seni alayım. Hava buz gibi. Üşümüyor musun?"

Ve o yanıt...

Bir daha hiç bir şeyin aynı kalmasına izin vermeyen o yanıt...

" İçime karlar yağıyor! Gelmeyeceğim."

***

Nurlarda uyu güzel insan.

Gittiğin yerde yüreğine güneşler açsın.

Ve tüm tutunamayanların yolu açık olsun.
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.