Hava Durumu

Nihat Nasır... Yolun Alabildiğine Açık Olsun...

Yazının Giriş Tarihi: 20.02.2015 14:04
Yazının Güncellenme Tarihi: 20.02.2015 14:04

Geçmiş gün...

TMSF Olay Gazetesi'ne el koymuş. Çat kapı gelmiş yeni yöneticiler.

Biz de, tüm tershaneleri işgal edilmiş kavruk millet hesabı burnumuzdan soluyoruz.

Öylece geçti günler haftalar.

Tüm zamanların fırıldakları, "Kral öldü. Yaşasın kral" modunda... Şak diye uyumlanmış yeni düzene!

Bu kez de, TMSF yöneticilerinin yamacında kırk taklalar atılıyor!

Koştur koştur, bilmem ne kızıkta kahvaltılar ediliyor. Fotoğraflar çektiriliyor, nispetler yapılıyor.

Bir sevgi seli, bir güzel haller, bir özencik kareler... Bildiğiniz gibi değil.

Biz bir avuç saf...

Sızma olaraktan, başrol elbet bendenizde!

Beş karış gidip geliyoruz işe!

Ne selam, ne sabah!

Yeni yönetimin verem olacağı ne kadar konu varsa yazıyorum!

Gazetecilik hayatımın en muhalif dönemi...

Bildiğiniz kafa tutuyorum!

Sadece iki kelime etsinler de kapışalım diye, olabilecek ne varsa yapıyorum en mendebur halimle.

Bin de bir konuşmak lüzumu hasıl olunca da kasabanın cadısına bağlıyorum.

Arada haber geliyor:

"Abartma bak! TMSF kovacak seni!"

O vakit, daha beter yazılar yazıyorum.

...da, ne yaparsam yapayım kovan yok!

Derken, bütün bu "İşgal" havasının üzerine, Olay Gazetesi'nin Başyazarı Ahmet Emin Yılmaz...

Ahmet Abi, zorunlu izne gönderiliyor.

Ve bendeki fay kırılıyor!

Yüzlerini dahi görmeye tahammülüm yok.

Diye, tam üç yıl!

Koca üç yıl...

Yazarlar katındaki odama giderken ve sonrasında da eve dönerken...

Eder sana günde iki kez!

Yüzlerini görmek zorunda kalmayayım diye, kütüphanenin oradaki arka koridoru kullanıyorum!

Tam üç yıl, yeraltı insanları gibi çalışıyorum TMSF yönetimiyle...

Ne ben onları görüyorum (Bir tesadüf eseri karşılaşmazsak) ne de onlar beni...

Binde bire denk gelen mecbur karşılaşmalarda ise dediğim gibi, ahir ömrümün ennnn mendebur insanıyım!

Gazetenin kuruluş yıldönümünde özel ek çıkarılıyor.

O özel sayıya, sırf TMSF yönetimi gıcık olsun diye, Ahmet Abi'ye hitaben, "Bu şarkı burada bitmez!" Başlıklı yazılar yazıp, kafa tutuyorum. Yazının geri kalan kısmında, verem olsunlar diye, kurucumuz Cavit Çağlar'ı anlatıyorum inadımdan.

O dönem, Olay'ın yöneticilerinden olan, Şehir Medya Sahibi Nezir Asaroğlu, medyada sigara içmeyi yasaklıyor!

Ben inadımdan üç katına çıkarıyorum.

Ne kadar arkadaşım varsa, çaya, kahveye çağırıp, zorla sigara yaktırıyorum üst üste!

Odam termik santral bacası gibi!

Nezir Bey ilk uyarısını gönderiyor!

Daha da abartıyorum.

İkinci uyarı geliyor!

Beter oluyorum.

Üçüncü ve yazılı uyarı geliyor:

"Böyle giderse, iş akdiniz tazminatsız olarak fesh edilecektir!"

Bu sefer masamın pozisyonunu, sigaramın dumanının koridora tamamen yayılabileceği şekilde yeniden düzenliyorum, pofur pofur... Bak bu duman! Ben hala içiyorum!

E sen de kov artık!

Tam o günlerde, eş, dost, arkadaş uyarıyor:

"Bu olmaz. Kovuluşun sigaradan olmamalı!

Seni yazdıkların yüzünden nasıl olsa kapının önüne koyarlar. Bari şanın yürüsün."

Hiç işime gelmese de, yapıyorum dediklerini.

Peki, tamam. Kovuluşum sigaradan olmasın. Başarabilirsem şayet, gazete içinde içmeyivereyim şu zıkkımı.

Bütün bu mücadele esnasında, yeni bir yazar var gazetede yazmaya başlayan...

Üstelik tam karşımdaki odada.

Duyduğumuza göre, hem sistemin, hem dönemin, hem de TMSF'nin gözbebeği...

Sessiz sakin, kendi halinde bir adam...

Şımarık filan da durmuyor ama belli ki içten pazarlıklı! Böylelerine karşı daha da dikkatli olmalı insan.

Aldığı maaşa ilişkin tahminler dudaklarımızı uçuklatıyor! Biri beş diyor, diğeri on!

Ki, deli olmak işten değil.

Zaten yazdıklarına kılım. Elimde kalacak!

***

Yalnız, fena halde ortak bir noktamız var, boğmak istediğim o "düşman" cephe yazarıyla...

O da kör tiryaki...

O da yazı aralarında kıvranıyor benim gibi. Onun da zihni duman olup gidiyor.

Öyle zamanlarını fark ettiğimde, "beter ol da, yazama!" Diye geçiriyorum içimden.

Alabildiğine ifrit oluyorum, tam karşısındaki odadan, ömür törpüsü gibi düşman nazarlarla süzdüğüm Nihat Nasır'a...

Sonra ne oluyor?

Nasıl oluyor?

Dakikalardır zorlamama rağmen hatırlayamıyorum. Sanırım sigarasızlığın başımıza vurduğu bir anda, gazetenin dış kapısının önünde tir tir titreyerek sigara içmek zorunda kaldığımızda başladı her şey.

O mu benden çakmak istedi, ben mi ondan?..

Bilemiyorum.

Ama öyle bir mecburiyet işte ilk adım.

Sonraki günlerde, iki kör tiryaki, sık sık denk geliyoruz dış kapının önünde...

Pas yok. Hiç yok.

Kendi kendime saydırıyorum sigara yasağına ve dahi o yasağı koyana!

Ahbap çavuş ya... Gözdeleri ya... İçmizdeki (Muhtemel) muhbir ya...

Gitsin yetiştirsin TMSF yöneticilerine!

Yetiştirsin ki, papaz olalım. Nihat Nasır da arada kaynasın!

Oysa... Ne Nihat Nasır'dan, ne de yasağı koyanlardan ses seda çıkmıyor.

Uyanıklar tabi... Çakılmasın diye hemen yapmıyorlar! (Ben sizin gibileri çok iyi bilirim...)

Böyle haftalar geçiyor. Dış kapının bir köşesinde o, bir köşesinde ben... Titreyerek fosur fosur.

Felaket soğuk bir gün...

Yine payımıza dış kapı düşmüş, ben yine saydırıyorum.

Derken Nihat Bey bana doğru gelerek, asimile olmamış şivesiyle, "Yav Özlem Hanım... Nedir bu bizim çektiğimiz?" Diye söze başlıyor.

Bak sen!

Ulu orta saydırdıklarım yetmemiş, ağzımdan laf alıp yetiştirecek zahir.

Mel mel bakıyorum yüzüne...

O devam ediyor:

"Şu düştüğümüz hale bak! Yahu biz keş miyiz? Keşler böyle ayaküstü sigara içer!"

Ve patlıyorum!!!

"Onu gidin yöneticilerinize söyleyin. Eminim size ayrıcalık tanırlar!!!"

Saf ve iyi niyetli insanların kalakaldığı zamanlar vardır ya...

Ne diyeceğini bilemeyen... Abondone...

Aynen öyle bir hal alıyor yüzü ve toparlayamadan giriyor söze:

"Hem de kaç kere söyledim! Ben içmeden yazamıyorum dedim."

Eeeeee?..

"Burayı gösterdi! İçeceksem kapının önünde içecekmişim."

Bu kez ben en afalından bakakalıyorum.

Onca imtiyaz sahibi Nihat Nasır...

TMSF'nin gözbebeği... Aldığı tahmin edilen ücret akıllara zarar olan, şu İslamcı yazar...

Böyle bir dönemde... Bu muamele?

Yemezler!

***

Epey sonraları...

Çayımızı da alıp, çatıda sigara içmeyi akıl ettiğimiz dönemde...

Söylediği her şeyin hakikat olduğunu anlıyorum.

Yalanı yok!

Düşündüğünü söylüyor, düşündüğünü yazıyor.

Neyse o...

Öyle net, öyle yalın bir adam...

Damdaki deli misali, çatıda sigara içtiğimiz zamanlarda dehşet siyasi atışmalara dalıyoruz Nihat Nasır'la.

Hem aklıma, hem de ağzıma geleni söylüyorum.

Bazen kafa tutmak için, bazen de incitmek için...

Su kaynatsın istiyorum. Deli olsun, fıttırsın!

Allah'ım o nasıl bir sabır...

Ne yaparsam yapayım, ne dersem diyeyim, asla ama asla kabalaşmıyor!

Çok tepesine çıktığım zamanlarda takındığı bir gülümseme var.

Biliyorum, o zamanlarda Allah'a havale ediyor beni.

Başa çıkamayacağından değil.

Zira davasını savunurken nasıl beter! Nasıl fena olabildiğini biliyorum.

Televizyon programlarında çata çat kapışmışlığımız da oluyor.

Öyle yapıyor.

Çünkü...

Sırf ben deplasmandayım diye...

Aralarında yalnızım, hele ki o katta sap gibiyim diye...

Sonra daha iyi tanımaya başlıyorum Nihat Nasır'ı...

Evine, ailesine, evlatlarına olan düşkünlüğünü fark ediyorum.

Küçük kızı aradığı zaman yüzünün aldığı şekli görüyorum. Eşiyle yaptığı konuşmalara şahit oluyorum.

Nasıl güzel seviyor onları...

Ve en çok, Nuhnebi'den kalma arabasını fark ettiğim vakit şaşırıyorum.

Gazetede onunkinden daha eski, daha külüstür bir arabaya binen bir Allah'ın kulu yok.

***

Bakın şu işe ki...

Hemen her gün fikren kavga ettiğim, siyasi düşüncelerini ve yazdıklarını yerden yere vurduğum, benimle başa çıkamadığı tüm zamanlarda yüzünün aldığı o gülümsemeyle, Rabbine sığınan Nihat Nasır dostum oluyor.

Boğazından bir gram haram geçmediğine, kendiminki kadar inandığım Nihat Nasır...

Bazen parasızlığın nasıl da fena olduğunu konuşuyoruz.

Bazen, kimin çocuğu hastaysa, o diğerine akıl verip doktor öneriyor.

Hiç riya yok aramızda.

Ne o değişiyor, ne ben.

O kibar, bense beter!

Böyle geçiyor yıllar.

Sabrını sınadığım diğerlerinin yüzüne dahi bakmadan... İçlerinden bir tek Nihat Nasır'la görüşerek.

***

Ve yıllar sonra, Çağlar yönetiminin geri geleceği nete kavuşuyor.

Nasıl mutluyum. Başta Ahmet Abi olmak üzere sevdiğim arkadaşlarına, dostlarıma kavuşacağım.

"Ne demiştim Ahmet Abi?.. Bu şarkı burada bitmez? Demedim mi?"

Diye sevinçten şakıyorum Ahmet Abi ile telefonda konuşurken...

Moral olsun istiyorum. Zira canı çok yandı biliyorum.

Zorunlu izinler döneminde, arkadaşım dedikleri, kardeş gibi oldukları çok kazık attı ona!

TMSF yöneticilerine hoş görünmek için, selamı sabahı kesen, sütunlarından açık açık saydıranlar oldu!

Peki ya, İslamcı dostum?..

O ne yapacak?

Çoluğunu, çocuğunu, ekonomik zorluklarını, vesairesini, hepsini biliyorum ya artık.

"Bence siz yazmaya devam edin Nihat Bey" diyorum. "Gitmeyin..."

Yüzünde aynı gülümseme...

"Sence Özlem Hanım...

Ben kovulacağım ana kadar kalır mıyım?"

....

Asla kalmaz.

Gidiyor Nihat Nasır.

Sonra Cavit Çağlar ve yönetimi geliyor.

Kendisinden sonraki dönemde işe alınan herkes çıkarılıyor.

Geriye, TMSF yöneticilerinin kurduğu hiç bir sofradan kalkmayanlarla...

Onların zamanında vızır vızır işler halde olan mescitten tek rekat olsun geri kalmayanlar ve benim gibi bir kaç süzme kalıyor!

Sahi...

Neyi unuttum.

TMSF ile birlikte İslam geliyor Olay Medya'ya!!!

Nezir Asaroğoğlu'nun, mescit yaptırmasıyla, tam üç yıl İslam'ın şahlanışı yaşanıyor.

Ben ve türevlerim hariç, ekserisi, üç yıl boyunca tüm Ramazan oruç tutuyor. (!) (?)

Aralarında Alevi mesai arkadaşlarımın da olduğu nicesi, koştur koştur cuma namazına...

Kimsenin alnı secdeden kalkmıyor!

Hiç unutmam, bir gün gazeteye geliyorum.

İsim vermiyim de, ayıp olmasın. On beş yirmi kişi birden, koştura koştura iniyor merdivenlerden.

"Haysiyetsiz insanlar! Demek tenkisat yaptılar!"

Diye saydırarak iniyorum arabadan.

Ne bileyim ben...

Potansiyelleri gereği, topun ağzında olması gereken kadroyu öyle koştur koştur görünce...

Kesin kovuldular diye düşünüyorum.

Meğer Cuma saatiymiş!

Kestel Camisi'ne yetişiyorlarmış! 

***

Bir de, yine o kara o günlerde, mescitte sarı basın kartı ya da kimliğini unutma modası vardı.

Fazla çalışmaktan sürmenaj olma, ya da savrukluktan falan değil.

Kartvizit hesabı...

Tut ki, indin mescide. Allah kabul etsin kıldın artık kaç rekatsa!

Ve fakat, bakın şu talihsizliğe ki, o an orada, ne Nezir Asaroğlu var. Ne Zakir Barutçu Var. Ne de Mesut Özen...

Bir tek Allah biliyor.

İşte o vakit, sarı basın kartı ya da kimlik düşürülürdü.

Geldim, kıldım al bu da ispatı!

Hesabı...

Ya işte böyle...

Geçmiş gün. Ne çok şey hatırlıyor insan.

***

Neyse...

Deyip devam edelim.

Nihat Nasır, kovulmayı beklemeden, kimselere veda etmeden sessiz sedasız gitti.

Biliyorum. Yoksul gitti.

Biliyorum. Ekonomik durumu kötüydü.

Ama kendisine yakışanı yaptı.

Heyhat...

Şu işe bakın ki, meğer ben kovulmayı beklemişim.

Kovulmak için kalmışım!

Çağlar ve ekibi... Yani arkadaşlarım, abilerim, dostlarım geri geldi.

Cavit Bey'in kaldırılmış olan tüm fotoğrafları yeniden eski yerlerini aldı.

Masasının üzerinde, evladı değil, sevdiceği değil, Cavit Çağlar fotoğrafları olanlar vardı afili çerçevelerde! Hayretle bakardım hep.

Tamam, patronumuz falan da, cadılarım dururken, niye Cavit Bey baksın ki sürekli masamın üzerinden bana?

Ya da, niye ben O'na bakayım ki?..

İşte zamanında bütün gün Cavit Bey'le bakışıp, sonra TMSF geldiğinde O'un fotoğraflarını nasıl kaldıracağını şaşıranlar...

Bir de gördüm ki, yine Cavit Çağlar'la göze göze...

Mescit tamtakır!

Cuma namazı desen… Yalnızca tüm zamanlarda giden mesai arkadaşlarım kalmış.

Kimse yaldır yaldır koşmuyor camiye!

Olsun...

Rövanş yapılmış. Hak yerini bulmuş. Mutluyuz. Yeniden bir aradayız.

Gelin görün ki, benim gibi statükocu bir insan...

Üzerinize sağlık, acık da safcana olunca... Alışkanlıklardan öldür Allah vazgeçemiyor.

Hayatım boyunca böyleydi.

Neyi bellediysem, o...

Sadece ezberlediğim yoldan giderim. Sadece bildiğim şeyi yaparım.

Çağlar ve yönetimi geldiğinde de, hala arka koridordan gelip gitmeye devam ettim. Etmişim. (Lakin bunun farkında değilim)

Nasıl değişsin ki?

Tam üç yıl!

Hele ki, Ahmet Abi gönderildikten sonra, taviz bahse konu dahi olmaksızın üç yıl!

Odama hep arkadaki koridordan gittim ben, yüzlerini görmemek için!

Akşam eve giderken de ayaklarımın ezberine uydum, yine ordan çıktım.

Ne bileyim ben.

Siz yokken...

Millet sizi çatır çatır satarken!

En süzme, en sızma kontenjanına ben tavdım.

Laf lafı açıyor ama, dedim ben Hamza'ya!

Bu yazı uzun olur!

Kısa bir süre geçti ki, Olay Gazetesi'nden kovuldum.

Bakınız, hiç millet gibi, yollarımızı ayırdık falan demedim ben. Yol mol ayırmadık biz.

Ben, TMSF'ye kafa tutucam diye tam üç yıl arka yolu belledim.

Bir gün, Yezit'in biri geldi ve bunu evriltti!

Yok "matbaadan dolanıp geliyordu" dedi, yok "elinin körü" dedi. (Oysa ben matbaanın 13 yıl boyunca yolunu bilmedim!)

Bir dünya, yalan, dümen ve sahtekarlığın ardından kovuldum!

Hem de, yine böyle karlı bir şubat günü...

Hem de tazminatsız!

***

Elbette yalnız kalmadım.

Eşim, dostum arkadaşlarım, sevdiklerim daima yanımdaydı. Çok şükür ki, bir tek gün dahi ele güne muhtaç olmadım.

Kovulduktan sonra da paşalar gibi yaşadım.

Ama...

İki insanın da, hakkını hiç unutmadım.

Biri, ki, gözümdür...

Kovulduğum günden itibaren, aylar boyunca, en az haftada bir kez arayarak,

"Nasılsın? Bir şeye ihtiyacın var mı?"

Diye soran, benim çulsuz dostum Nihat Nasır...

Diğeri de, beni işten çıkartması için milyonlarca sebebi yaratıp, gerekirse yoktan var edip, önüne koyduğum Nezir Asaroğlu...

***

Ve işte şimdi...

Yüksek müsaadenizle...

Dostuma...

AK Parti'den milletvekilliği için aday adayı olan Nihat Nasır'a... (Bak, senin hatırın için bu kez AKP yazmadım)

Tüm samimiyetimle, "yolun açık olsun" demek istiyorum.

Benim hiç hazzetmediğim ve gücüm olduğu sürece muhalif olacağım davanıza, sonradan eklenen, hiç hak etmeyen, bir dünya zübük varken sırf ikbal için

Sen ol milletvekili.

Her şartta sen ol.

Oy falan hayatta vermem, bilirsin.

Ama sana, haramı bilmeyen namusuna, en zor günümde yanımda olan dostluğuna, insanlığına ve bir baba olarak ahlakına güveniyorum.

Yolun olabildiğince açık olsun.

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.