Hava Durumu

Erdal Abi de O Güzel Ata Binip Gitti!

Yazının Giriş Tarihi: 18.04.2015 12:58
Yazının Güncellenme Tarihi: 18.04.2015 12:58

Uzun yıllar önce...

Henüz gazetecilik mesleği kötü yola düşmemiş!

Kimse iş takipçisi değil!

Kimse tetikçi değil!

"Bastır parayı, paşa gönlünün istediği haber gelsin!"

Diye bir mevhumun olmadığı...

erdal-3

Fesat karıştırılamayan ihalelerin derdinin gazetecileri (!) germediği yıllar...

Politika muhabiri olarak Olay Gazetesi'nde çalışırken tanıdım Erdal Abi'yi...



En tıfıl zamanlarım.

İlkin, biraz sertcene bir insan izlenimi uyandırdı.

Çekindim...

Tanıdıkça hem daha çok çekinmeye, hem de fena halde sevmeye başladım.

Çekiniyordum. Çünkü cümlemiz çekiniyorduk.

Çekiniyorduk... Çünkü büyük bir aşkla sevdiği gazeteciliğin piri olmuş bir insandı.

Çekiniyorduk. Çünkü başarısızlığı değil ama beceriksizliği asla affetmezdi.

Sabahları, (o zamanlar Garaj'daki Olay Büro'ydu tüm muhabir kadrosu için güne-işe başlangıç noktası) çekine çekine, hatta (hiç unutmam) korkudan salavat getire getire atardık ilk adımımızı!

Erdal Abi şimdi tüm gazeteleri mukayeseli yutmuştur.

Ya haber atladıysam?

Ya falancanın karesi benim çektiğimden iyiyse?..

Ya kızarsa?..

Ya (unutulmaz Erdal Abi karelerinden birisidir) odasının kapısından içeri başımı uzattığım anda, dirseğini gösterirse?.. (Mecazi değil. Bizatihi... Haber atlayan, bu odadan içeri adım atmasın, zira gözüm onu görmesin! Demesinin kibar şekliydi dirseğini göstermesi. Gelme sen. Bu gün, şu sıra hiç gözüme görünme...)

Erdal Abi o gün, kime gösterdiyse dirseği, kıyın kıyın geçerdi masasına...

Diğerleri de, ne yaşadığını bildiği için, epey bi süre ilişmezdi dirsekzedeye!

O zamanlar, ajanslardan istifade, "gönder gelsin, aynısını yapıştırayım" haberciliği yoktu.

Her şey dahil gönderen-çalışan, belediyelerin basın büroları, siyasi partilerin basın bir şeyleri de yoktu.

Hoş olsa da, onların gözüyle, onların bakış açısıyla ve empozesiyle kotarılmış haberlerin kullanılması, teklif dahi edilemezdi!

Büyük edepsizlik kabul edilirdi.

Dahası, rezil olunurdu.

Sahi...

O zamanlar rezil olmak vardı.

Ama öyle, akçalı makçalı işlerden, takipçilikten felan değil.

Asla değil.

Gazeteciliğe halel getiren rezil olurdu.

İşini iyi yapmayan rezil olurdu.

Dönemin rezil olma anlayışı buydu. Ötesini kimse tahayyül dahi edemezdi.

***

Erdal Abi'me dönecek olursam...

O'ndan, yalnızca habercilik adına öğrendiklerimi anlatmaya kalksam, Hamza'nın gazetesi yetmez!

Müthiş bir disiplin...

İş saatinde iş yapılır. Yalnızca iş...

İş yeri de "söğüt gölgesi değildir!"

Haber zamanı haber konuşulur. Habere gidilir. Haber yapılır. Haber yazılır. Haber atlatılır.

Özel haber yapamayan, kendisini gazeteci saymasındır.

Atladığımız haberler...

Atlattığımız haberler...

Yaptığımız iyi işler...

Yüzümüze gözümüze bulaşanlar...

Altı ay önceki haller..

Geçen yılkiler...

Üç yıl öncekiler...

Dehşet bir haber hafızası... Kat-a unutmuyor.

Şimdi düşünüyorum da...

Termal kamerayı ilk Erdal Abi mi kullandı?

Akşam oluyor. Gazetenin toparlanma saati...

O, odasında, polis adliye haberlerini topluyor-baskıya yetiştiriyor.

Biz, büronun büyük salonunda haber yazıyoruz.

Velev ki iki kuple kaytaralım.

Acık cıvıyalım...

Direk kapıda!

"Özlem... Neyin var senin kızım?

Canın çalışmak mı istemiyor evladım?.."

"Yok Erdal Abi...

Olur mu hiç! Nurdan (Göz) bir şey sorduydu da..."

"Öylem mi?..

Söyle Nurdan'a, bir şey soracaksa, gelsin bana sorsun.

Senin gibi, işine bağlı, çalışkan, haftada üç özel manşetle herkesi atlatan bir arkadaşını böyle oyalamasın!"

Hadi buyur...

Bu da dirseğin mecazi hali!

Meali şuydu:

"Sen zaten son zamanlarda iyice serdin.

Şu kadar gündür manşete çıkamadın. Bu kadar gündür özel hiç bir şey getiremedin.

Buna rağmen ses etmedik diye, bir şeyini çıkarma!

Otur, paşa paşa işini yap!"

***

Büyük haber, küçük haber diye ayrım yapılmasına, daha doğrusu haberin hakir görülmesine kızar...

Buna rağmen esaslı işlerde transa geçerdi.

Tüm Marmara'nın canına okuyan korkunç İzmit Depremi...

Kaç gün uyumadan, yorgunluk nedir bilmeden, bildiyse de şayet aldırmadan, belli etmeden çalıştığına şahit oldum.

Sonra Dinar Depremi...

Ve şimdi hepsi aklıma gelmeyen başka büyük olaylar, kazalar...

İstisnasız hepsinde, her birimize gazetecilik refleksini, gazetecinin nasıl çalışması ve hatta yaşaması gerektiğini öğretti.

Bu iş böyle yapılır!

Beceremeyeceğini, bu tempoya ayak uyduramayacağını düşünen gider!

***

  Buraya kadar olanı, meslek büyüğüm, gazeteciliğin, haberciliğin piri, kıymetli Hocam Erdal Çolak'a dair... Üzerimdeki emeği, hakkı ödenmez. Allah bin kere razı olsun.

erdal-3

Ve şimdi, dünya güzeli Erdal Abi...

Tuhaf. Hatta gerçekten tuhaf...

Ama şimdi yazacaklarım da aynı insan.

Bu kez abi yanı, insan yanı, can yanı...

Gemilere ya da teknelere isim verilir ya...

Benim de en büyük hayalim, (Şu yaşta bile hala) bir gün beyaz bir teknemin olması...

Ve fakat, bu ihtimali düşük ya da hiç olmayan her fani gibi vaziyete bozulan cinstenim.

Öyle olunca, taaaaa o zamanlardan beri, "gemi alamıyorsam, ben de arabalarıma isim veririm" diye bir düşünce geliştirmişim.

Vesileyle, taaaa ilk arabamdan beri hepsinin bir ismi oldu.

Ve yakın çevremde, hepsine de ismiyle hitap edildi.

İlk arabam Muazzez...

Kimselerden beş kuruş destek istemeden, almadan, bahsini dahi ettirmeden alınmış bir mavi Lada...

Ve ona ulaşmadaki çabadan ötürü, o denli kıymetli ki, Ferrari filan yanında halt etmiş.

Çalışma arkadaşlarım, bir kaç güne varmadan, meseleyi çözdüğü için idare ediyor.

Onlar da, "Muazzez" diye bahsediyor arabamdan.

Hatta Muazzez, Olay Büro'nun maskotu...

Enver Abi... (Akasoy) Oktay Abi... (Kayalar) Cem ve tüm diğerlerinin mavra konusu Muazzez...

"Özlem yıkat şu Muazzez'i. Kirlenmiş."

"Özlem, Muazzez'i yanlış park etmişsin.

Muazzez'in havası inmiş.

Muazzez şöyle, Muazzez böyle..."

Yalnız Erdal Abi, Muazzez nedir kimdir bilmiyor henüz.

Vaziyet henüz ona kadar intikal etmemiş.

O sabah yine Muazzez'le işe geldim. Alt kattaki berbat, ters, yamuk, düşük otoparka zor zahmet girdim.

Tam park ettim ki, Muazzez su kaynattı!

Kaput olmuş Vezüv gibi...

Muazzez yanıyor!

Şimdi nasıl bilemiyorum ama, o zamanlar, Olay'ın ulaştırma ekibinin tamamı inanılmaz can insanlar. Zorda kalana koşarlar, yolda kalanı toplarlar.

Nasıl olsa içlerinden biri bürodadır, yardım eder diye can havliyle, bağıra bağıra çıktım yukarı:

"Muazzez yanıyor!!!

 Biri yardım etsin!"

Meğer feryadımı çocuklarla aynı anda Erdal Abi de duymuş.

"Kızın başına bir iş gelmiş" diye hepsinden önce fırlamış.

Üçüncü kata çıkıp, asarsörün kapısını tüm hızımla ittirdiğim gibi karşımda önce Erdal Abi'yi buldum:

"Hayırdır kızım? Bu ne hal? Bu ne bağrış çağrış sabah sabah?"

"Yardım edin Muazzez yanıyor!"

Ben tabi panikten, ne şaşkınlığını, ne yüzünün aldığı hali falan görebiliyorum.

Feryat figan aynen devam:

"Arkadaşlar yetişin! Muazzez yanıyor!"

O an, Olay Büro'da olan, Erdal Abi dışındaki herkes vaziyeti kavradı.

O bir Lada... Ve su kaynatmak fıtratında var.

Kimi, benim beklettiğim asansörü umursamadan merdivenlerden koşmaya başlamış.

Kimi, yangın söndürücüyü bulma derdine düşmüş.

Kimi, "Korkma!" Diye teselli ediyor.

Kimi, su getirmiş "İç bunu" diyor.

"Muazzez gitti!" Diye dövünürken fark ettim, Erdal Abi'nin, "Yahu hepiniz birden dengesiz hareketler yapacağınıza çabuk ambulans çağırın!

Hatta beklemeyin ambulansı.

Atın kadını arabalardan birine, yetiştirin hastaneye." Diyen sesini...

Nasıl?

Hangi kadını?..

***

Öğrendi tabi vaziyeti.

Kim nasıl açıkladı bilemiyorum da, öğrendikten sonra, başta ben olmak üzere ortamdakilere nasıl baktığı hala gözümün önünde...

Ve sonrasında hepimizi nasıl diline doladığı...

"Arkadaşlar...

Bu sabahki vaziyetiniz haberdir!

'Bakın... Biz Bursa'nın en iyi gazetesini bu ekiple çıkarıyoruz' diye manşete çıkmalısınız.

Biri arabasına isim koyar. Sabah sabah ortalığı ayağa kaldırır. Yılların gazetecisi olan diğerleri ona uyar. Benim gerçekten bir kadın yanıyor diye aklım çıkar!"

Sonra...

O da alıştı, Muazzez'e Muazzez demeye...

Sonra Mübeccel geldi. O'na da alıştı.

Ardından Cavidan...

"Erdal Abi... Ne dersiniz? Mübeccel'i satayım diyorum?.."

"Hasbinallahhhh!

Kızım böyle abuk sabuk konuşursun milletin yanında da, seni başka bir şey zannederler.

Allah aşkına artık aklını başına topla."

...???

***

"Erdal Abi... Sizi Cavidan'la tanıştırmak istiyorum."

Odasından seslenir:

"Enveeeerrrrrr!

Gözünüzü seveyim bunu bir doktora götürün. Ben artık başa çıkamıyorum."

Ya da, böyle zamanlarda Ahmet Emin Abi'yi arar. (Ahmet Emin Yılmaz...)

"Ahmet... Oğlum bu kızın nesi var?

Bak sen de abisisin, bil diye söylüyorum. İlgilen diye söylüyorum. Tamamen kontrolden çıktı. "

***

Her şey bitip, o günün gazetesi tastamam halledildikten sonra, Olay Büro'nün en güzel zamanlarını yaşardık.

Erdal Abi'nin odasında toplanıp gülme zamanı...

...da, Nurdan'la benim, öyle kontrolsüz, öyle fena, şimdinin deyimiyle (Evlerden ırak) öyle edepsiz bir kahkahamız vardı ki...

Çağırdığına pişman. Güldürdüğüne ayrı pişman...

Gençlik işte...

Alabildiğine gülebildiğin zamanlar...

Bazen önce ben başlarım, Nurdan beni görünce kopar.

Bazen önce Nurdan başlar, ben ona ilaveten...

Sonra herkes...

Erdal Abi önce kızar.

Sonra başa çıkamayınca, o da koyverir kahkahayı.

Zamanın valisinin, il başkanının, milletvekilinin, belediye başkanının, kim hak ettiyse artık, hepsinin taklitlerini yaparız.

"Erdal Abi... Bi çay daha söyleseniz de, Nurdan 'Sayın Valim' şeysini yapsa bize..."

"Erdal Abi... İhsan Aydın'a söylesenize, yine kötü kadınlar gibi sigara içişini göstersin."

***

Gazetecilik hayatımın en güzel yıllarıydı onlar...

Hiç şüphem yok ki, yolu Olay Gazetesi'nden geçen, ya da hala orada çalışan tüm meslektaşlarım için aynı şey geçerlidir.

Aile ortamında, bir aile gibi çalışmayı öğretti Erdal Abi bize...

Disiplini, başarmayı, paylaşmayı, gülmeyi, eğlenmeyi...

Hastalandığını ilk duyduğum an yazdığım gibi...

"Abi" denmeyi dibine kadar hak etmiş, inanılmaz güzel bir insandı Erdal Abi...

Evlatları gibi korurdu tüm ekibi:

"Erdal Abi..."

"Yine ne oldu kızım?"

Vay efendim, Olay Büro personelinin öğlen yemeklerini yediği lokantada bana (İkize hamileyim diye torpilliyim)katmerli sebze tabağı yapılmamış!

Ertesi gün birlikte gideriz lokantaya.

"Kızım, sen nelerden istediğini tek tek söyle şimdi şefe..."

Ben, akşam olup babası işten dönmüş mahallenin şımarık kızı edasında, gündüz topumu kesenlere nispet yaparcasına:

"Şundan olsun, bundan çok olsun, yanına şu gelsin, üzerine de bilmem ne konsun!"

"Duydun di mi şef? Sen kızın isteklerini aynen hazırla. Kolay değil. Üç can taşıyor o..."

***

Hamilelikte sapıtan hormonların tetiklemesiyle iyice zıvanadan çıktığım zamanlar...

Lolipop reklamında çocuk görünce zırıl zırıl ağlıyorum.

Gelin arabası görüyorum ağlıyorum. Biri birine bir şey diyor, ağlıyorum.

90 kilo olmuşum.

Doktorum, "Böyle giderse çatlayarak öleceksin!" Diyor.

Buna rağmen pes etmek yok. Yiyorum ve ağlıyorum.

İşte öyle günlerden birinde, haberden dönerken, (O zamanlar Çiçek Izgara'nın altında satılırdı o tatlı şeyler. Şimdi durum nedir bilemiyorum.) Sevmek için yaklaştığım onlarcasının içinde, en küçük olan o civcive aşık oldum.

Ağlaya ağlaya satın aldım. Ağlaya ağlaya büroya getirdim. Ağlaya ağlaya ilan ettim:

"Arkadaşlar... O artık burada, benimle kalacak!"

Herkes delirdi haliyle.

"Çıldırdın mı sen? İş yerinde civciv beslendiği nerede duyulmuş?"

"Ya ben rica ederim Erdal Abi'den. İzah ederim."

"Deli olma. Yarın bir gün büyüyecek, gıt gıt gıt dolanacak. Gelen giden görecek. Olacak şey mi?"

"Ben ayrılamam artık ondan. Hem minicik... Kime ne zararı olur ki?"

Dedim ve yapma etme diye uyaran onca insanın itirazına aldırış etmeden, hem civcivi tanıştırmak, hem de büroda besleyebilmem için izin istemek üzere, olabilecek en şirin halimle kapıdan içeri başımı uzattım.

"Erdal Abi..."

"Söyle kızım..."

"Ben bir şey için izin isteyecektim..."

"Gel içeri. Otur da söyle. Kapıda dikilme öyle."

Elimde civciv içeri girdim.

Ve daha da vahimi, Erdal Abi'nin şaşkınlığından istifade ederek,  "'Bakın şuna... Ne kadar tatlı değil mi?' diyerek hayvanı küt diye Erdal Abi'nin tüm evraklarının olduğu masanın üzerine bıraktım."

O da, daha evrakların üzerine koyar koymaz, cüssesiyle tamamen tezat olan tuvaletini bıraktı.

!!!!!!!!!!!!!!

"Enveeeeerrrrrrr!!!

Oğlum hepiniz birden mi delirdiniz?

Burası nasıl bir tımarhaneye dönüştü?

Allah'ım aklıma mukayyet ol.

Enver, sen nasıl şefsin?

Şu kıza sahip çıkın, bunun aklı başından iyice gitti demedim mi kaç kere!

Bu doğurana kadar biteriz biz.

Söyle biri bez getirsin! Biri de Özlem'i alıp doğurduğu güne kadar benim görmeyeceğim bir yere götürsün."

***

Tamam...

Ben civcive büroda bakamadım ama, o da beni hiç bir yere göndermedi.

Doğum iznine çıkana kadar, burada anlatmaya utandığım ne kadar tuhaflığım varsa, hepsini çekti.

***

Erdal Abi...

Dünya iyisi, güzel insan...

Ne anılar saymakla bitecek gibi...

Ne hasletlerimiz...

Çok erken oldu gidişin.

Çokkkk.

Ben zengin olacaktım. Gazete kuracaktım. Sen başına geçecektin.

Gazetecilik görecekti Bursa...

Onurlu, ilkeli, şimdilerde unutulan gerçek gazeteciliği...

Hani senin, rüyalarında hala her gece manşet attığını anlattığın...

Benimse "Nasıl kahrolmayayım Erdal Abi? Uyanmak için sebebim yok!" Diye dertlendiğim o günler var ya...

İşte o günlerin hem hatrına, hem de inadına olacaktı o gazete... Nasip değilmiş!

Şimdi sen, o güzel atlardan birisine binip gittin...

Bense...

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.